15 Aralık 2013 Pazar

"In the House" Porno, satar...

   Pornografi için yapılan tanımlamalardan biri fakiri (belki de gereğinden fazla) düşündürmüştür. Kimin tanımladığını ve tam olarak mealini anımsayamıyorum ancak "pornografi, gözetlemenin verdiği hazdır" gibi bir şey deniyordu. Bu, oldukça geniş bir kavram. Herkesin aklına gelen klasik pornografinin dışında, günlük hayatta karşımıza çıkan bir çok olguyu da kapsıyor. 
   Hımm bakalım neler olabilir... Dedikodu mesela, orada bulunmayan bir birisi hakkında gerçekliği tartışılır bir şeyler konuşmak. Olabilir. Televizyonlarda her odasına kamera yerleştirilmiş reality şovları kaçırmadan izlemek. Banko olur !..  Sabah programları, evlilik programları (başkalarının mahremini gözler önüne serdiğinden). Olabilir (ancak insanlar mahremini isteyerek sergiledikleri için tam sayılmaz.) Örnekler uzar gider. Yazarın içsel hayatını ifşa ettikleri için anı kitaplarını okumak bile bu tanımın içine girebilir. (evet, çok uç bir örnek oldu bu !)
   Yukarıdaki girizgahın etkisiyle yorumlarsak hayli pornografik bir filmdir. Tretmanımız şöyle özetlenebilir. "Mösyö Jerman, öğrencisi Klod'un yazdıklarına sarar, olaylar gelişir."
   Yönetmenimiz Bay Ozon, beklenen frekansı gerçekleştirmiş. Yine sıradan insanların, aile kavramının, eşcinselliğin, kişilerarası ilişkilerin, aynaların kullanıldığı; içinde şiddetefektaksiyon olmadığı halde izleyiciyi hernasılsa koltuğundan kaldırmayan bir film çekmiştir.
   Kristinsıkattamıs haricinde diğerlerini tanımadığım oyuncular (evet hatta gıcık ikizler bile) iyi oyunlar çıkarmışlar (bu arada sinsi Klod'a alkışlar şakşaklıyoruz), sekanslar/planlar (en kısa sahne bile) şükela düzenlenmiş,  edebiyata bol bol gönderme yapılmış (yaratıcı yazarlık eğitimlerinde (var böyle eğitimler ve ayrı bir yazının konusudur) gösterilse yeridir), çok yeni bir kurgu tekniği kullanılmış (bazen neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu karıştırıyor sinefil (bir sahneyi gerçek olarak izlediğinizi zannederken pattadanak anlatıcıların kapılardan çıkarak zuhur etmesi karşısındaki şaşkınlık !)), müzikler özenle seçilmiş; hülâsa ozon filmlerinden beklenen her şey gerçekleştirilmiştir.
   Nedir : filmimizin ilk yarısında, başlangıçta gerçekleşen ivme biraz düşmekte, hafiften gözkapaklarına mandalar çöreklenir gibi olmaktadır ancak sonlara doğru gerilim artmakta, finalde de her izleyen kendi sonucunu çıkarmaktadır. 
   Kapanış sahnesi mükemmeldir. Kimi sinefil Hiçkok'un "Arka Pencere"sine atıf yapıldığını öne sürebilir, fakirin çıkarımı ise "bakmasını bilene, hikaye çok" tur.
   Fransız sinemasına, edebiyata, ikilemlere ve kurguya aşinaysanız öneririm. Ancak holivut size çok iyi geliyorsa, bu kordela da size çok gelir, sıkılırsınız. Pas geçin, yormayın zihninizi. Herşeyin paket olarak geldiği başıkıçı belli olan filmler izleyin, hayat öyle de güzel. (bu memleketin çöpçüye de ihtiyacı var (hah bir elitistliğim eksikti o da oldu))

13 Aralık 2013 Cuma

"Samsara" Yazmakla olmaz, görmek lazım.

   Algıları açan, zihni pırıl pırıl yapan bir belgeseldir. 
   Hayır belgesel değil, görgeseldir. 
   İki yıl önce ilk beş dakikasını izlemiş, görüntü kalitesini pek iyi bulmadığımdan blureyi çıkana dek beklemişim, iyi de yapmışım.
   Samsara'nın kelime anlamı merak edenler için açıklaması aşağıdadır. Merak etmeyenler içinse "vel basubadelmevt" ayarında bir şeydir.
   102 dakikalı görsel şölenimizde tek kelime edilmemekte, tek bir bilgilendirme yapılmamakta, hiç bir yazı gözükmemekte, izleyiciyi yönlendirecek en küçük müdahalede bulunulmamaktadır. Bir benzeri için (Bkz.Baraka) Şükela müzikler eşliğinde gözümüzün önünden geçen enfes görüntüleri temaşa ediyoruz, bu esnada algınızın ve aykuunuzun yüksekliğine bağlı olarak birşeyler düşünüyorsunuz. Ronfrik yapmış bir bıçak. İsteyen adam öldürür, isteyen ekmek keser. Ne yazsam zayıf kalacak. Entropik hal-i pür melâlimiz mi dersin, kapitalizm eleştirisi mi dersin, çevre sorunları mı dersin, silahlanma mı, tüketim mi, sevgi mi, din mi, din eleştirisi mi ? Ne diyeceğimi bilemedim. En iyisi aklımda kalanları maddeleyeyim. Son olarak da çöllerde rüzgar eser de eser....
  • Namibya çölünde rüzgar esiyor.
  • Budist rahipler bavaçakra yapıyorlar.
  • Belli ki silahsever lobisinden bir aile poz veriyor.
  • Katrina kasırgasından sonra bir kütüphane, kitapların üstü tümden kurumuş balçık,
  • Aynı kurumuş balçık kilise sıralarının üzerinde de var. (post apokaliptik yaklaşım)
  • Mekke'de hacılar tavafta, yüksek plan çekimde secdeye varanlar renk değişimi yapıyor (müslüman olasım geldi)
  • brezilyanın teneke mahalleleri ve kaşaneleri yanyana
  • kıçında don olmayan afrikalı kardeşlerimin elinde kalaşnikoflar
  • çin ordusunun androit kılıklı resm-i geçitleri
  • taylandın transvestitleri podyumda dansediyorlar
  • yavrucuğunu seven dövmeye kesmiş bir baba
  • Kahiredeki beton ziyanlığının ön planda gize piramitlerinin arka planda kaldığı çekimler (yalnız ben bu karelerdeki tezatı başka yerde görmedim)
  • arada civan gasparyan duduk çalıyor.
  • petra'da, yellowston'da, nemrut'da, kapadokya'da, vatikan'da, namibya çölü'nde ve daha pek çok yerde güneş doğup, batmaktadır.
  • şişme seks bebeklerinin yüz makyajları yapılıyor.
  • üç amerikalı obez hızlı hızlı yiyiyor, yiyiyor, yiyiyorlar.
  • Danimarka'lı zavallı inekler dönen platformda sütleri sağılırken duruyor, duruyorlar.
  • Çin'deki fabrikanın üretim bandında bir iki saniyelik boşluk bulan insankişisi sıkılıyor,
  • Asude mekanlardaki insanlar sakin nazarlar sarfederken, metropollerde hep bir karınca yuvası atraksiyonu, insancıklar koşuşturuyor, koşuşturuyor...
  • Budist rahipler bavaçakrayı bozuyorlar,
  • Namibya çölünde rüzgarlar esiyor.

Elbette atladığım yerler vardır, ancak aklıma düşüverenler bunlar.
S.kko holivut filmlerine ara verin, ıskalamayın, izlettirin hatta...



 
Samsara ya da saṃsāra (Sanskrit: संसार; Tibetçe: khor wa; Moğolca: orchilong) Sanskrit kökenli modern dillerde birincil olarak "dünya" anlamında kullanılır. Hinduizm, Budizm, Jainizm, Sihizm 
dinlerinde reenkarnasyon ya da yeniden doğum döngüsünü anlatan bir kavramdır.
Bu dinlerdeki genel anlayışa göre, ölümün gerçekleştiği sırada karmik hesap kişinin yeniden doğduğu sıradaki duruma aktarılır. Bir kişi sayısız miktardaki yaşamların ardından tanrılardan biri haline gelebilir. Bir tanrı ise daha önceki hayatlarında yaptığı iyiliklerden elde ettiği hikmeti tükenene kadar doğaüstü güçleri kullanabilir. 
Samsara'nın sonsuz ölüm ve yeniden doğum zincirinden nasıl kurtulanılacağı Budizm ve Hinduizm'de esas konulardan biri olmuştur. Budizm bodhi (aydınlanma) cevabını verirken, Hinduizm'de ise mokşa'dır.
Önemli Hint dinlerinin ortak tanımı olan samsara yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden doğuşu, var oluşu ve yok oluşu tanımlar. Budizmgeleneğinin amacı bu döngüyü terk etmektir. Samsara, cehennemden tanrıya kadar insanoğlunun bildiği varlığın bütün tabakalarını içine alır. Bütün varlıklar kendini yaşamın döngüsünde bulur. Buna “Karma” felsefesinde istek ve arzular yoluyla kendini bulan eylem, düşünce ve hisler de dâhildir. Bu döngüden ayrılmak, ilk olarak Karma felsefesine ait bu elemanların tanınması ve anlaşılması ile mümkün olur.Mahayana felsefesinde ise Samsara ve Nirvana’nın kimlik teorisinden daha fazlası ortaya çıkmıştır.

9 Aralık 2013 Pazartesi

"The Best Offer" Gel Gör Beni Aşk Neyledi...

   Son yıllarda izlediğim en sıkı aşk filmidir.
   Coseppetornatore zaten Cinema Paradiso'dan kelli izlediğimiz bir yönetmen. Gofriraş ise oyunculuğuna hayran olduğumuz bir aktör. İkisinin bir arada yer aldığı bir yapımı ıskalamamamız lazımdı. Öyle de oldu. Müzikleri de Enniomorikone yapmış ki şükeladır.
   Hepsi bir yana : filmin sanat yönetmenini de ayrıca tebrik edip, şakşaklamak gerektir. Bu filmdeki sanat yönetmenliğini de en az bir düzine küratörün yapmış olması fakiri şaşırtmamaktadır (Bkz.aşağıdaki tablolar filmin sadece bir sekansında kullanılmıştır). 
   Filmimizin Avusturya'da geçmesi de sinefilleri görsel açıdan memnun edecektir. Aslında filmimizin tümü sinefilleri pek çok açıdan memnun edecektir.
   "Vörcıloldmın, piramidin en altlarından en üstüne dişiyle tırnağıyla kazıyarak çıkmış, aşırısnop (burnundan kıl aldırmazın kuntellektüelcesi), sterilhijyensüpersonik yaşam tarzına sahip (eldivenlerini tablolara dokunmak haricinde çıkarmayan), lakin bu merhaleye gelene dek aşkı ıskalamış bir sanat değerlendiricisidir (avusturyalırafiportakal). Meçhul bir genç kızdan bir evi değerlendirmesi için bir teklif alır, olaylar gelişir." Konumuz budur.
   Filmin sonunu en başından tahmin ettim. Doğru da etmişim. Ancak kordelamız fakiri feci halde ters köşeye yatırmıştır. Nedir : önce bir karakter betimlemesiyle (ki belirtmeliyim en güzel betimlemelerden biridir) başlayan filmimiz sonra bir gizem ve entrikalar yumağıyla ilerleyip yine enfes bir kreşendoyla finale ulaşmaktadır. Bu örgüde aşka dair pek az doğrudan yaklaşım olsa da filmin sonunda izleyicinin aklında aşktan başka bir şey kalmamaktadır. Nihai mesaj da pek acıklıdır. 
   Yazımızın sonunda bir alkış da; özellikle sonlardaki gözünde "aşkı bulup kaybeden bakışları" en iyi şekilde canlandıran kuntastik aktörümüz Gofriraş Bey'e gitsin ve diyelim ki : iyi film izlemek isteyen, bulsun izlesin.


The painting that gets restored is "Portrait of a Young Girl" (ca. 1470) by Petrus Christus. Among the works studied by Oldman there is also "Birth of Venus" (1879) by William-Adolphe Bouguereau. Among the female portraits in his collection, one can spot: "Portrait of a Young Woman (La Fornarina)" (ca. 1519) and "Portrait of a Young Woman (La Muta)" (1507) by Raphael, "Violante" (ca. 1515), "La Bella" (1536) and "Portrait of Eleonora Gonzaga Della Rovere" (ca. 1538) by Titian, "Portrait of Eleaonor of Toledo and Her Son" (1545) and "Portrait of Lucrezia Panciatichi" (1541) by Bronzino, "Portrait of Caterina Sforza" (ca. 1490) by Lorenzo di Credi, "Zingarella" (1505) by Boccaccio Boccaccino, "Portarit of Lucretia Borgia" (ca. 1510) by Bartolomeo Veneziano, "Portrait of Lucina Brembati" (1518) by Lorenzo Lotto, "Lady with a Book of Petrarch's Rhyme" (ca. 1528) by Andrea del Sarto, "Portrait of Bianca Cappello" (ca. 1572) by Alessandro Allori, "Portrait of Elspeth Tucher" (1499) by Albrecht Dürer, "Salomè" (1510) by Lucas Cranach the Elder, "Portrait of Minerva Anguissola" (ca. 1570) by Sofonisba Anguissola, "Self-Portrait" (1580) by Marietta Robusti, "Girl with a Burning Candle" (ca. 1706) by Gottfried Schalken, "Portrait of Beatrice Cenci" (1599) and "Portrait of the Mother" (ca. 1620) by Guido Reni, "Self-Portrait" and "Portrait of Old Dame" by Rosalba Carriera, "Self-Portrait with Harp" (1750) by Rose-Adelaide Ducreux, "Portrait of Delphine Ingres-Ramel" (1859) and "Portrait of Madame Aymon" (1806) by Jean-Auguste-Dominique Ingres, "Joli Coeur" (1867) and "Woman in the Window" by Dante Gabriel Rossetti, and "Jeanne Samary in a Low-Necked Dress (La Rêverie)" (1877) by Pierre-Auguste Renoir. There are also works of Pieter Paul Rubens, Francisco Goya, Élisabeth Vigée-Le Brun, Amedeo Modigliani and Morgan Weistling.

8 Aralık 2013 Pazar

"Un prophète" En Bir Başarılı Hapisane Filmlerinden.

   Bendeniz bu pelikulayı "Celda 211"den önce, "Shawshank Redemption"'dan sonra izlemiş ve mapusane filmleri arasında müstesna bir yere koymuştum. Arşive de almıştım. Geçen yine izledim. Gereksiz uzunluğuna (155 dk.), çok fazla aktüel kamera kullanımına, mistik ögelerin aşırılığına rağmen ilgiyi üstünde tutan ve bitince düşündüren filmdir.
   "Malik El Cebena, okuma yazma bilmeden, ana babası olmadan, suç dünyasının piramidinin en altında hayatta kalakalacak küçük suçlardan suçüstü ile hapisaneye düşer. Korsika mafyasının arabı olur. Keser döner sap döner, gün olur hesap döner." Konumuz budur.
   Şimdi nereden başlayayım bilemiyorum. Kast felaket iyi, kostümler/dekorlar/planlar/sekanslar başarılı, müzikler (ekonomik kullanımına rağmen) vasatüstü, senaryo/kurgu akıcı, verilmek istenen meşazlar kimi yerde apaşikar, kimi yerde obskürantiktir.  Yönetmen bey, altı yıllık hayatı iki buçuk saatte izleyiciye ilgiyi düşürmeden aktarıyor. 
   Hülâsa; hapisane filmi sevenlere, iyi film sevenlere tereddütsüz öneririm.

4 Aralık 2013 Çarşamba

"Gündeste" Ferhan Şensoy'dan Şiirler....


Şiirle hiç işim olmaz. 
Kitaplığımdaki şiir kitaplarını toplasanız iki elin parmak sayısını geçmez.
Bunlar da Ülkü Tamer'dir, Nazım'dır, Ah Muhsin Ünlü'dür, Zarifoğlu'dur.
Romantik biri değilim zaar. (zaar ?)
Çok sevdiğim dostum Bestami Bey'in armağanıdır. Ne zamandır romanların arasında okunmayı bekler durur. Geçenlerde başladım.
Bay Şensoy'un kaleminin müptelasıyım ama şiirlerine iptilâ olacağım hiç aklıma gelmezdi.
Gelelim kitabımıza. 
Kronoloji, başlık, korelasyon, kafiye, büyük harf (evet büyük harf) içermeyen bir şiir kitabımızdır.
Nereden başlarsanız başlayın insanın içine portakal şurubu gibi bir şey akar. Her nasılsa o satırların nasıl yazıldığını anlarsınız.
Fakir gibi şiirle uzaktan sevişen biri için bile mis gibi tereyağı kokan bol fıstıklı irmik helvasıdır.
Kendinizle yalnız kaldığınız her an okunabilir, ayraca da gerek yoktur, istediğiniz sayfadan başlayabilirsiniz. 
Eğer ki Bay Şensoy'un hayatına dair yazdıklarını okuduysanız, alacağınız haz katlanarak büyüyecektir. 
Üzücü olan şey şudur ki : kitabımızın yeni basımları yoktur. Bulunması pek zordur, bulacaklarınız da hayli cüzdan yakıcıdır. (bir kez daha teşekkürler Bestami Bey (sen ne güzel bir dostsundur !)) 
Bulamayıp da fikir edinmek isteyen bibliyofil ve dahi manzumeperestler için aşağıya iki kuplecik yazayım da sevap pointlerim birazcık artsın bari...


yazmadıklarım var elbet
örneğin bomboş bir odada bir sandalye üstünde
bomboş gözlerle teslim olan
denizcinin karısı ırmak hanım yazmaya değmez
sakın içme dedi hekimler
sakınarak içiyorum sakın hekimler duymasın
kim ölünce hekimler çok üzüldü
rakı içen öldü de
su içen ölmedi mi
ağlarsa anam ağlar
epik ağlamalar da olmaz değil cenazemizde
pek gelen olmamış hayret
kendisi hiç gitmezdi kimseninkine
eşeledim toprağı sümbül ektim bu bahar
gönlüm toprak güzelliği
ölüm son kadın
keyif ile girerim onun da koynuna
örtünüz efendim
kefen son yorgan
S.256






-ben binerim gemiye
biletçiden habersiz 
ben yolculuk ustasıyım
her geminin tayfasıyım
benim dünyam kuşbakışı 
ben geminin martısıyım

1 Aralık 2013 Pazar

Sadece kendim için bir satırlık film tanıtımları...

   Bu güncede hep okura hitap edecek film ve kitap tanıtımları yaptım. Ancak bir süredir izlediğim filmler "yorumlanacaklar" klasörünün altında birikmekte, fakir de bundan ciddi rahatsızlık duymaktaydı. 
   Derken Leman'da Ahmet Yılmaz'ın bir film tanıtımını gördüm. Çok primitif, bir o kadar da aydınlatıcıydı. Ceknikılsın'ın oynadığı "Kurtadam" bir fotoğraf, oyuncular (mişel payfır, cek nikılsın) ve konu (adam her şeyi yemek istiyor !) bilgileri ile tanıtılıyordu. Yarıcı bir tanıtım, kabul etmek lazım. Sonra dedim ki "yav şu birikenler için de ben aynısını yapsam n'oolur ?". Haydi hayırlısı...
ELYSİUM
Oynayanlar : metdeymın, codifostır
Konusu : Uyduda çapuling
Eleştiri : Neyılblomkemp 9.bölgeye yaklaşmış ama geçememiş. bilimkurgu sevenlere...

MAN OF STEEL
Oynayanlar : henrikevıl, maykılşenın
Konusu : modern incil uyarlaması
Eleştiri : kostümler farklı olmakla birlikte son matriksteki havada vuruşanlar sekanları pek bir intihal edilmiş. Yine de zeksnaydır farklı bir süperadam yorumlamış. İzlemeye değer.


ONLY GOD FORGIVES
Oynayanlar : rayengasling, kristinsıkattamıs
Konusu : Danimarkalı gözünden, uzakdoğudaki intikam hikayesi.
Eleştiri : Film kırmızı mavi filtreyle çekilmiş gibi, bir de gasling ne sopa yiyor be !... Ha bir de altyazıların toplamı yirmi satır falan tutar. Diyaloglar NBC filmlerini aratır. 
NOT : NBC nükleer, biyolojik, kimyasal demek değildir.


PACIFIC RIM

Oynayanlar : hiç birini tanımıyorum.
Konusu : Masraflı voltran.
Eleştiri : Giyermodeltoro kredilerini tüketiyor. Nerede Pan'ın Labirenti, nerede bu çizgi film müsveddesi. Bilimkurgu sevenler bile uzak dursun...


PERCY JACKSON : SEA OF MONSTERS
Oynayanlar : bir üsttekiyle aynı.
Konusu : yarı tanrılı ergen filmi.
Eleştiri : ne zaman sular dökülürken öpüşecekler diyordum. Onu da yaptılar tam oldu. Biraz sinema seviyorsanız, az buçuk da anlıyorsanız koşarak uzaklaşın...

PROMISED LAND

Oynayanlar : metdeymın, frensismekdormınd
Konusu : Kötü işteki çocuk, içindeki iyiliği keşfeder.
Eleştiri : Gasvensent iyi iş çıkarmış, frensismekdormınd için bile izlenmeye değer. "Kapitalizm bize neler yaptırabilir ?" sorusunun etrafında dönüp duruyor. Keşke bu kadar tembel olmayıp bu film için biraz daha fazla yazabilseydim.

THE LONE RANGER

Oynayan : conidep (başka kimse hatırlamıyorum)
Konusu : İyi adam kötülere karşı..
Eleştiri : Tam holivut işi film olmuş (goriverbinski'den bekleneceği üzre), coni dep rol çalıyor, efektler kuntastik. Patlamış mısır, bira ile yoğun işgünü akşamında iyi kafa boşaltır. Bir de müzik iyi nostalji yaptırır.

29 Kasım 2013 Cuma

"Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün" İçeriği de adı gibi ilginç !...

   "Beyin cerrahisi öyküleri, birçoğumuzun okumayı tercih ettiği türlerden oldukça farklıdır. Hatta böyle bir konunun üzerine yazılmış öykülerin olabileceği düşüncesi bile şaşırtıcı gelebilir. Ancak gerçek yaşamdan alınmış birçok dramı ve bunlarda rol alan -ister doktor ister hasta olsun- tüm kahramanların yaşadıklarını, bir beyin cerrahı lan ama bir hasta gibi acı çekip, hasta yakını gibi üzülen bir uzmanın bakış açısıyla okumak, öyküleri hepimizin yaşamının tam ortasına oturtacaktır."
   Kitabımızın arkasında yazan ibare budur.
   Evet ! yazarımız bir beyin cerrahıdır. Kitapta da; kendisinin bu mesleğe yönelirken neleri yaşadığını, mesleğinin ilk yıllarını (bazen fazla detaya girerek) anlatmıştır. Kullandığı dil akıcı, anlattığı öyküler zihin çekicidir. Yazılan olayların kişisel detaylarını bir kenara bırakıp satır aralarında verilen hap gibi bilgiler ve hinoğluhinkârilerin (var böyle bir insan grubu, işkembeden sallamıyorum) sezebileceği detaylar ise tam bonustur. Dikkatinizi buralara verirseniz kitaptan %120 civarında bir verim alabilirsiniz. 
   Zirâ (hah ! emekli olduğum anlaşıldı böyle başlayınca) yaş kemale ermeye başlayınca ister istemez sağlık konularına da bir aşinalık, bir merak peydahlanıyor. Bu meyanda (iyice !) tıbbın, biz ölümlüler için sıkı bir giriftzenlik yaptığını yavaş yavaş idrak ediyoruz. İnceden seziyoruz ki, doktorlar arasında bir jargon (hem de bizim anlayamadığımız türden) var (burada teknik teknik terimleri kastetmiyorum). Her şey televizyonlardaki sağlık programlarında yansıtıldığı, gazetelerin sağlık sayfalarında yazdığı gibi değil. Bendeniz bu ayrıma; kansere yakalanan bir dostumun kilosunu soran bir doktorun (normalin üstünde olmasına rağmen) "hımm biraz daha fazla olaydı, iyiydi" demesinden sonra aydım (merak edenler olursa, o dostum şimdi gayet iyi).  Neyse bırakalım kişiseli, gelelim kitabımıza. Evet; sağlık, beyin, acı, hastalık konularına ilginiz varsa (siz ne patetik vakasınız öyle !), doktorların kendilerine özgü dünyasını merak ediyorsanız alıp okumanızda fayda var. Umarım hiç ihtiyacınız olmaz ama ihtiyacınız olursa da bir Nöroşirurji uzmanının karşısına daha donanımlı çıkabilirsiniz. 
   Aşağıda da kitapta ilgimi çeken hap gibi bilgiler vardır. Vakti olan okuyup bilgilensin diye yazıldı.

Cerrahi asistanının mottoları : "oturabiliyorsan ayakta durma, yatabiliyorsan oturma, asansör varken merdiven çıkma, uyuyabileceksen uyanık durma ve her zaman ilk uygun anda yemek ye ve tuvalete git" 

Resüsitasyon girişimlerinin yüzde 95'inden fazlası başarısız kalmaya mahkumdur. Bunların içinden hayata döndürülmesi gerçekleştirilmiş az sayıdaki vakanın büyük bölümü  gene bir hafta içinde ölür. (bu arada resüsitasyon demek kalp masajı ve suni solunum demek oluyor.)(işte doğru bildiğimiz bir yanlış)

İki kuvvetli kokuyu birden koklamada güçlük çekeriz. Birçok ticari ürün gating ilkesini temel alarak çalışır. Tuvalet deodorantları kötü kokuyu ortadan kaldırmazlar, onun üstüne daha güçlü ve hoş bir kokuyu yükleyerek, beynimizde, kötü kokuyu kapı ardında gizlerler. Havayolu yolcuları için uçak motorları gürültüsünün maskeleme cihazları, motorların rahatsız edici sesinin, kulağa daha hoş gelen başka bir "beyaz" ses tarafından bastırılması ilkesiyle çalışır.

Ağrıyla ıstırap arasında derin bir fark vardır. Bütün hayvanlar ağrı duyar, ancak ıstırap çekmek insanlara hastır. Ağrı fiziksel bir olgudur, ıstırap ise ağrı tarafından oluşturulmuş duygusal bir ruh halidir. Istırap, ağrı ile birlikte algılanan belirsizlik, depresyon, çaresizlik, kızgınlık, korku ve umutsuzluk duygularının karışımıdır. 

Basit yaratıklarda beyin o kadar ilkeldir ki karmaşık motor davranışlar zorunluluktan, omurilikten kaynaklanır. Primatların dışındaki zayıf beyinlerde, bütün yüzgeçleri, kanatları ve ayakları işletecek olan "yazılımları" yükleyecek yeterince nöron yoktur. Nörofizyoloji bölümümüz bir vizyon çalışmasını, beyinsiz duruma getirilmiş birkaç kedi üzerinde yürütmüş ve sonra bu beyinsiz kedileri olaydan habersiz kedi severlere vermişti. Kedileri besleyenler bunların normal kedilerden farkını anlayamadığı gibi onların çok da zeki olduklarını bile iddia etmişlerdir. ("Benim minnoşum çok akıllı. Hınzır adını çok iyi biliyor ama bağımsızlığına çok düşkün, çağırınca gelmiyor!...")

26 Kasım 2013 Salı

"Çok Geç Olmadan" Nefffis Korku, hem de bilimsel...

   Bir aydır okuyorum, yeminle Stephen King'den korkunç.
   Okudukça tüylerim diken diken ve hatta tiken tiken oluyor. 
   Tübitak'tan yayımlanmış, yani aslında korku türü değil, bilimsel bir eser. 
   Bernard L.Cohen, fizikçi. Nükleer fizik ilgisini çekince araştırmalarını bu yönde ilerletmiş, gördüğü gerçekleri tarafsız bir şekilde ele alarak kitabı bu şekilde yazmış. Kitabımızın ana fikri "kırk katır mı ? kırk satır mı ?" şeklinde özetlenebilir. 
   Cohen, insanlığın önündeki enerji temini sorununa odaklanıp, hangi enerji kaynağının daha uygun olduğunu inceliyor. Görüyoruz ki önümüzdeki seçenekler çok kıllıkışlı. Halen enerji sağlanması için yürütülen belli başlı bir iki seçenek var. Termik santraller, hidrolik santraller, nükleer santraller, güneş ve rüzgar santralleri. Kaynağına göre bir ayrıma gidersek, tükenmeyen kaynağa sahip olan bir tek güneş ve rüzgar santralleri ile nükleer santraller var. Su kıtlığı benim kuşak rahmetli olmadan karşı karşıya geleceğimiz bir gerçek (yani hidrolik santraller hem doğanın düzenini bozduğundan hem kaynak tükenebileceğinden önümüzdeki yıllar veya yüzyıllarda kullanım dışı olacak). Kömür ve doğalgazın tükenmesi de yakındır. Geriye rüzgar/güneş ve gelgit santralleri kalıyor (ki kitabı inceleyince bu kaynakların kurulumu ve idamesi için harcanan enerjinin sağladığından kat kat fazla olduğunu dehşetle görüyoruz). Geriye ne kalıyor ? Nükleer santraller.
   Çevreye verilen zarar olarak sınıflandırdığımızda ise hidrolik ve termik santrallerin çevreye verdiği zararın sandığımızdan daha ciddi olduğunu anlıyoruz. (kitabın yalancısıyım). Geriye ne kalıyor ? Nükleer santraller.
   Şimdi biliyorum ki "nükleer santral" lafzı zikredildiğinde (bendeniz de dahil) her aklı başında insan kişisinin tüyleri diken diken oluyor. Prof.Cohen bu noktada "Dikkat !" diyor "konu ile ilgili olarak kamuoyunun yıllardır bir negatif algı seçiciliği yaratılmaktadır, bunu medya "dehşet sattırır" mottosu ışığında yıllardır yapmaktadır." Ve sonra tüm akademik, bilimsel, istatistiksel veriler ışığında nükleerin nasıl güvenilir olduğu konusunda verileri aktarmaktadır. 
   Profesör bunları açıklarken tamamen bilimsel yaklaşım sergilediğinden insani veriler konusunda bir hayli yabancılaşmış bir üslup kullanıyor. Misal "termik santrallerin yaptığı hava kirliliğinden %3'lük bir ölüm beklenirken, nükleer santrallerin neden olduğu hava kirliliğinden beklenen ölüm oranı sadece % 0.2'dir." diyebiliyor. Benim gibi bilimsel olmayan bir insan için ise tüm bu oranlar anası, babası, bacısı, karısı, kocası, çocuğu olan insan gruplarını temsil ettiğinden dehşete düşüyorum. 
   Misal : 2.Dünya Savaşı sonrası toplama kamplarında insanları kimyasal gazlarla boğan kamp sorumlularına soruyorlar. "- Bu insanları nasıl öldürdünüz ?". Cevap hayli ürkütücü. "- 1 insanı öldürmek için şu kadar gaz gerekli. 300.000 insanı öldürmek için gerekli olan gaz miktarı da bu kadar. Gazın imalatı şu teknik süreçleri gerektiriyor... bla bla bla". Anlayacağınız bu korkunç eylemin müsebbibleri kendilerini yaptıkları eylemden insani olarak tamamen soyutlamışlar. Cohen'in de yazdıkları bunu andırıyor. 
   Buraya kadar yazdıklarımı bıkmadan okuduysanız. Aşağıdaki dipnotlarda kitaptan alıntıladığım, günlük hayatta geçerli bilimsel bazı gerçekleri de okumanızı öneririm. 
   Velhasıl; istatistiki verileri ve çok teknik detayları hızlıca geçerek, anafikrinin sizleri rahatsız edeceği kesin olan bu kitabı okumanızı hararetle tavsiye ederim.
1 milirem radyasyona maruz kalmak insan ömrünü ortalama 1.2 dakika kısaltır.  Ortalama ömrümüzü kısaltan diğer etkinlikler şöyledir :
Sokakta üç kez karşıdan karşıya geçmek.
Bir sigaradan yaklaşık üç nefes almak (her sigara ömrü ortalama ömrü on dakika kısaltır) (ÇOK KORKUNÇ)
4.5 km.fazla otomobil kullanmak

Radyasyon, gama ışınları, nötronlar, elektronlar ve benzerleri gibi uzayda saniyede 200.000 km. gibi çok yüksek hızlarda hareket eden, birkaç tip atom altı parçacık içerir. Bunlar kolaylıkla insan vücuduna nüfuz edebilir  ve vücudu oluşturan biyolojik hücrelere hasar verebilir. Bu parçacık ya da ışınlardan biri madde içinde hızla yol alırken karşısına çıkan atom ya da moleküllerle çok şiddetli bir şekilde çarpışır... Bu ani bozulma, hücrenin hassas bir dengeye sahip yapısı için felaket olabilir. Hücre ölebilir ya da iyileşebilir. Eğer iyileşirse... haftalar, aylaro, yıllar sonra kanser dediğimiz kontrol edilemeyen büyüme içinde üremeye başlar. 

Bir insan hayatının her saniyesinde 15.000 radyasyon parçacığının çarpmasına maruz kalmaktadır. Bu, yaşamış ve yaşayacak her insan için geçerlidir. Yıllık toplamları 500 milyarı, tüm ömür boyu sayıları ise 40 trilyonu bulan bu parçacıklar doğal kaynaklardan gelir; ancak teknolojimiz yeni radyasyon kaynakları üretmiştir. Hepsinin ötesinde, bunların en önemlisi röntgen ışınlarıdır. Tipik bir röntgen ışını bizi trilyonlarca parçacıklık bir bombardımana tutar. Burada bir girdi yapmak istiyorum. Radyasyonun büyük bir çoğunluğunu hiç aklımıza gelmeyen şeylerden alıyoruz. Televizyon izlerken, cep telefonuyla konuşurken, pilli kol saati kullanırken, beton evlerde otururken, boyanmış (haliyle) kumaş pantalon giyerken, kentlerde yaşarken, hep radyasyon alıyoruz, hep. 

Radyoaktivite radon gazını açığa çıkarır. Betonarme evlerde yaşıyorsak muhakkak (özellikle zemin katlarda) radon gazına maruz kalırız. Isı yalıtımı radon birikimini tetikleyeceği için kanser riskini arttırır. Evi havalandırmak elzemdir. (vallahi daha fazla yazmaya üşeniyorum, merak eden açıp okusun !)

17 Kasım 2013 Pazar

"Escape From Tomorrow" Amman Diyim !...

   Ömrümden ömür çalan filmdir.
   Disneyland'da izinsiz çekilmiş, endüstri haline gelmiş eğlence dünyasını tiiye alan, siyah beyaz düzenlenmiş, Dizniiy karakterlerini öcü olarak gösteren, düşük bütçeli, yönetmenin ilk filmi gibi sıfatlarını önüne alınca; hadi bakalım bir izleyelim dedim. Belki ilginç bir bağımsız filmle tanışırım...
   Heyhat !.. Tüm beklentilerimi yerle yeksan ettiği yetmezmiş gibi bitince ağzımda paslı teneke gibi bir tat da bırakmış, algılarımı zedelemiştir. 
   İşini kaybeden Jim, ailesiyle birlikte bir Disneyland turuna çıkar. Olaylar gelişir.
   Gelişen olaylar zıvanadan çıkıp sinefilin beyin kıvrımlarını ütüler, hafakanlar bastırır, sonlara doğru iyice pik yapan kuntastizm, "bitsede kurtulsak" moduna geçiş yaptırır ve nihayet filmin adına yakışır bir sonla biten filmimiz, bünyede "çok şükür" nidaları yankılattırır.
   Amman diyim uzak durun...

"Tetikçi" Nazi Almanyasında Polisiye !:..

 
   Cefridiivır kitaplarına devam...
   Yine polisiye. Ancak bu kez zaman ve mekan oldukça civcivli. 1936 Berlin Olimpiyatları. Üçüncü Reich'ın biti kanlanmış, alicengiz oyunlarıyla ordusunu büyütmüş, arkasına tüm milletin desteğini (akıllı azınlık hariç) almış, dünyaya hava atmak amacıyla olimpiyatlara evsahipliği yapıyor. (Zenci kardeşlerim bu havasını söndürecektir, ne gam !) Göring, Himmler, Heidrich, Göebbels ve diğerleriyle birlikte assolistimiz Führer kitabımızda arz-ı endam etmekte olup, bunlara ilaveten  Jesse Owens bile kimi zaman kadroya duhul etmektedir. Bu da bir polisiye için hiç de sık rastlanan bir durum değildir. 
   İşte bu ahval ve şerait içinde dünyanın içine yuvarlanacağı savaşı çaresizce önlemek için çırpınıp duran zavallı birleşik devletler ne yapsın ? Mecburen bir mafya tetikçisi bulup, savaşı organize eden adamcağıza olimpiyatlarda sanatını icra etmesini rica ediyor, olaylar gelişiyor.
   Konu pek heyecanlı, ancak kitap akmıyor.  Özensiz çevirmen ve acemi dizgicilerin ellerinden gelen tüm hataları yapmalarına karşın anlamadığım bir sebepten ötürü bir haftadır sürüklenip duruyor. Elimden geleni ardıma komadım, ısrarla okudum okudum hala bitiremedim. Son 100 sayfada bir mucize olmazsa brokoli salatası gibi bir şey olacak.
    Evvet ! Bu satırlar bir önceki satırdan dört gün sonra yazıldığından kitabımız bitti.  Yazarımız bir ters köşe yapıyor ama konu öylesine sündürülüp gereksizce uzamış ki okurda sonundan haz alacak okuma keyfi kalmıyor. 
   İkinci dünya savaşı öncesini merak edenlere, elinde okuyacak kitabı kalmayanlara, ıssız adaya düşüp tesadüfen bu kitabı bulanlara öneririm (fazla da önermem)..

13 Kasım 2013 Çarşamba

"Just Another Love Story" ya da Erkekler Aptal Allahım !...

   Banliyöde yeni bir ev (ama yakınından raylı geçen), arada bağrışan iki sevimli çocuk, aşkın kaybolduğu geriye silik sevgi tortusunun kaldığı bir eş, standart cumartesi konukları, düzenli seks, sıkıcı bir iş, ütopik hayaller. İşte; orta yaşa yaklaşan ve beklenen frekansı gerçekleştirmiş günümüz erkeklerini bekleyen hayat döngüsü. 

   Bu dönemde; uyaranlar zayıflayınca, içgüdüler devreye giriyor ve andropozun habercisi değişiklik istekleri bünyeyi vuruyor. Esas adamımız Jonas, işte tam bu evrede... Vee karşısına kuntastik bir fırsat çıkınca, kendini olayların akışına bırakıyor, olaylar gelişiyor. Hem de nasıl !...
   Bir önceki filmimizin; kadın denen süpersonik canlının değer yargılarını, zihninin işleyişini incelerken, bir sonraki filmimizin erkek denen tek hücreli (beyinsel olarak) organizmanın tepkileri üzerinde kamera oynatması pek ilginç bir tesadüf oldu. Üstelik filmlerimiz hayli farklı coğrafyalarda geçmekte. Bir önceki İspanya-Kolombiya yapımı, bu ise Danimarka. Biri sıcak, diğeri soğuk ülkenin insanları benzer hallerle karşı karşıya kalıyorlar.  Tresenteresan yahut velminelgaraib...
   Standart holivut sinefiliyseniz kordelamızı takipte güçlük çekebilirsiniz. Zira filmimiz sık sık yapılan plan kaymaları, ileri sıçramalar, geriye hoplamalarla pek bir doludur. Lakin standart filmler sizi sıkıyorsa, tam yerine geldiniz. Çünkileyin; izleyiciye  "- Kafanı dağıtma, patlamış mısır yeme, telefonunu kapat, dikkat et çocuum, ilgini düşürmeee!" diye basbasbağıran bir filmimiz vardır. İlk yirmi dakikalık prologu bilhakkın çözebildiyseniz, gerisi de ılık portakal şurubu kıvamında akacaktır. Diyeceksiniz ki : ilk 20 saniyede başrolün öldüğünü bilerek nasıl ilgimi canlı tutabilirim ? Derim ki : izleyin görün !... 
   Başta yazdığım girizgah yapılıp, karakterler yerli yerine oturup, olaylar akmaya başlayınca, filmin tarzı sosyolojik eleştiriden gerilime doğru hafif kayıyor.  Ancak, fakiri son zamanlarda cezbeden İskandinav havası, ikeavi (hah bu sıfatı da şimdi uydurdum, zannederim yeterince açık) dekorasyon, çiğ ışıklar, stilize şiddet, sekanslarla kurufasulyepilavturşu uyumu gösteren özenli müzik, sade ve aynı zamanda şıkır şıkır oyunculuklar, kontrolsüz kan akışı, ankor vat tapınağı (ne ilgisi var demeyin, oradaki çekimler ayrı güzeldir), filmin türü ne olursa olsun izlememizi sağlıyor. 
   2007 yapımı imiş. Bugüne dek nasıl kaçırmışım bilmem. 
   Evlenecek olan çiftlerin, evli olan çiftlerin, evlilikleri yıllanmış çiftlerin, kızlı-erkekli çiftlerin, kızlı-erkekli tekil bireylerin izlemelerini ve sonra çıkarımları konusunda alçak sesle fikir alışverişinde bulunmalarını öneririm.
   Şiddet ve çıplaklık sahneleri (hele ilk 20 saniyede olanlar yetişkin çocuklarıyla filmi izleyenlerin yüzünü kızartabilecektir (ebeveynlerin yüzünü)) biraz bolca olduğundan geç vakitte izlemek daha hayırlı olacaktır (bu son cümleyle zeitgeistı yakaladığımı hissediyorum, yakında belediyeden bir ihale alasım var. hadi hayırlısı !)

11 Kasım 2013 Pazartesi

"La Cara Oculta" ya da Kadınlar Korkunç Allahım !...

 İntikamları da pek pis oluyor.
  "İspanyol-Kolombiya ortak yapımı filmimiz, ilk yarım saatine katlanabilirseniz gittikçe ilginçleşen bir yapıya büründü, ilk yarıdan sonra yükselen gerilim, sonlara doğru pik yapmakta ve konunun ortalarına geldiğimizde ise yazılar çıkmakta oluyordur. "
   İşte; cümleyi toparlayamayıp çarşafa dolanınca, arakolpa da suçu hemmen edebi hocasına atmaktadır (evet Bay Menemen benim edebiyat idolümdür). Makara yeter, filmimize dönelim.
   Sıradan bir gerilim olarak başlayıp, iç dünyalara ve fıtratlara yönelik tespitlere yöneldikçe daha da ilginçleşen filmimiz, sonuna kadar kendini bıkmadan izlettirmektedir. Çok iddiasız bir kast ve minimum bütçeyle çekilen bir filmin bu başarıyı göstermesi etkileyicidir.
   İspanya'dan Nazi yatağı Kolombiya'ya tayini çıkan orkestra şefi, aniden kaybolan kız arkadaşının arkasından ıssız adamlık oynar. Kayıp kız arkadaş ise lojmanda (lojman da lojmandır hani) kaybolmuştur. (ipucu vermeyeceğim diye, ne maymunluk yapıyorum arkadaş !)
   Başlarda (türü de gizem ve korku olarak geçtiğinden olsa gerek) sıradan gerilim tadı veren filmimiz, sırlar açığa çıkınca, kişilerin sonraki hamlelerinin ne olduğunu merak ettirerek (kendi adıma söyleyeyim : bütün tahminlerim tuttu) ilgiyi canlı tutuyor. Sonu ve yorumlaması ise her sinefile hatta cinsiyete göre değişir. Bu yüzden dominant gruplar (8 erkek, 2 kız yahut 1 erkek, 3 kız)  için izlenmesi makbul değildir. İçerdiği cinsellik gerçek hayattakinden abartılı olmadığından geç saatte uyumayı reddeden çocuklarla da izlenebilir. Yorgun bir iş günü gecesi kafa boşaltmak için de izlenebilir. Her türlü izlenebilir... 

10 Kasım 2013 Pazar

"The World's End" Bilimkurgusal Shaun of the Dead...

   Edgırrayt yönetmiş, Saymınpeg var, Nikfrost var,  Martinfriimın (Hobbitlerin sonuncusu) var, Piersbrosnın (eski ceymzbondlardan) var, Deyvidbredliy (hogvırdsın hademesi) var, Edimersın (Şerlok'un komiseri) var, bira var, şükela ingiliz aksanı var, pub var, uzaylılar var, makara var, İMDB'de 7.3 reyting var...
   Hal böyle olunca bünyede heyecan yaratan filmdir.
   "90'lı yıllardan beri olduğu yerde sayan Gary King, yeniyetmelik arkadaşlarını toplar ve yirmi yıl önce bitiremediği "barathon"u bitirmeye çalışırlar, ancak kasabayı uzaylılar istila etmiştir."
   Konu bu.
   Bu takımın yaptığı diğer işlere aşinaysanız, az çok tarzı biliyorsunuzdur. İngiliz tarzı mizahın seçkin örneklerini izleyiciye ulaştıran bir çetedir bunlar. Shaun of the Dead'le başlayıp Hot Fuzz'la devamını getirmişler, ara ara başka yönetmenlerle çalıştıysalar da aynı havayı vermediğinden nihayet bu yıl bu kadroyu sevenleri, bu film ile meraklar içinde bırakmışlardır. Film dağıtım şirketlerinin mükemmel öngörüleri netçesinde ülkemizde gösterime girip giremeyeceğini dahi bilemediğimizden, bluray ve dvd'leri çoktan satışa sunulmuş olduğundan, malum ortamlara düşeli çok olduğundan, maalesef sinema salonlarında izleyememişizdir. (aslında iyi de olmuştur, çünkü filmimiz bünyede aşırı bir malt hülasası (ama mayalanmışı) tüketim isteği uyandırmakta, bunun da sinema salonlarında gerçekleşmesi oldukça zor olmaktadır)
   Kurgu ve senaryo zaman zaman "Shaun of the Dead" ı çağrıştırsa da, sonlara doğru verilen mesajlar sinefili bazen baysa da, görsellerde ciddi arak (intihal) sezilse de, türün meraklılarının kaçırmaması gerekir. Ekip elinden geleni yapmış, iyi de yapmışlar. Yalnız yazmasam şişerim. Bir Shaun of the Dead ya da (hatta) Hot Fuzz değildir. Neden böyle hissettiğimi bilmiyorum ama öyledir.


"Beasts Of The Southern Wild" Bağımsız olmak isteyip beceremeyen film...

   Herkesin "akım" dediğine "b.kum" diyeceğim bir film ile daha karşıyayızdır sevgili sinefiller. 
   Adetimdir : filmi izledikten sonra (belki kaçırdığım şeyleri yakalarım diye) hakkında yazılanları okurum. Filmimizi izledikten sonra da mutad üzre yazılanlara şöyle bir göz attım. Tüm eleştiriler olumluydu. Haşpapinin oyunculuğu, simgelerin mükemmelliği, senaryonun akıcılığı, kurgunun oturaklılığı vs.vs.
   Bendeniz fazla bir haz alamadım. Oysa bağımsız ve düşük bütçeli filmler, değerlendirmede kafadan 1-0 önde başlar fakirde. Bence holivutun "bakınız bağımsız filmlere de şans veriyoruz, 1.8 milyon dolar yatırıp 12 küsur milyon dolar kaldırabilirsiniz" mesajını vermek için gereksizce şişirdiği filmler kategorisine (varsa böyle bir kategori) dahil edilebilir bir pelikuladır. 
   Şimdiye kadar izlemediyseniz ve izlemeye niyetiniz varsa izlemeseniz de olurdur. 

6 Kasım 2013 Çarşamba

"The Master" - As you wish master !... ya da - Emret Sahip !...

   Uzun filmdir (144 dk.).
   Alkolik, amaçsız, umarsız savaş gazisi fredikıvel, avara kasnaklığı ve sersefilliğine son vereceği umuduyla "The Cause" gibi kuntastik bir hareketin (tarikatın) lideri lencıstırdad'ın müridi/kobayı/maymunu olur. Olaylar gelişir. (nedense aklıma "Takva" geliyor)
   Poltamısendırsın, ilginç bir yönetmen. "Kan Çıkacak"ı izleyip sevdiyseniz, bunu da seversiniz. Genel olarak durağan ve eylemsiz devam eden film, sinematik açıdan hiç bir zayıflık barındırmıyor. Sanat, görüntü yönetmenleri, kostümcüler, ışıkçılar velhasıl tüm ekip canla başla çalışmışlar. İkinciye izleyince gereksiz bir sahne göremiyoruz. 
   Oyunculuklar : çizgi üstü. Filipseymırhofmın; abartısızca, kendinden güzelce nefret ettiriyor. Cekuyinfiiniks'e inanamadım. Birsürü adaylığı olmuş ancak pek hakettiğini alamamış. Oysa filmi izlediğinizde gözlerinize inanamıyorsunuz. Oyunculuklarda aksayan bir şey (illa ki) olur. Burada fiiniks için olmuyor. İlk dakikalarda postürüne dikkat edince aklıma "The Jerk" geldi. İçimden "du bakalım nerede fire verecek !" didiydim. Adamın oyunculuğuna dikkat etmekten filme odaklanamadım. Taa sonlara kadar o postürü, aksanı, mimikleri korudu ve filmde geçen yılların hakkını verdi. Özellikle son yarım saat o kadar başarılıydı ki, oskarlarda hakkının ciddi ciddi yendiğine inanıyorum. Neyse bırakalım fiiniks güzellemesini filmimize dönelim.
   Efendim. Fakir filmi pek şıkırdaklı bir günün sonunda kafa boşaltmak için izlemiş ve fena halde hata yapmıştır. Bu amaçla seyredildiğinde vasat sinefile "lahavleler" çektirecek bir pelikuladır yazımızın konusu. "Bu ne a.m.k. film" diye bir güzelleme yapabilirsiniz. Düz olarak izlerseniz olacağı budur. (a.m.k. = açık, mert, korkusuz (evet öyle gazetesi bile var (mış)))
   Fakaaat olayın başka bir yüzü de vardır.
   - Aidiyet ihtiyacı insanları nerelere sürükler ?
   - Efendilik, kölelik.
   - Din
   - İnanç
   - Dogmalar, devrimler.
   -  İçgüdülerin iflah olmaz doğası.
   - Ego, alter ego.
   gibi olguların filmimizde birer (ve hatta birçok) yansıması vardır. Ve fakat bunların irdelenmesi ancak vasatüstü sinefile hitap eder. Sinema sanatına sabrınız ve ilginiz patetikse, yukarıdaki olgular hakkında düşünmek ve başka açıdan görmek istiyorsanız, cekuyinfiiniks ve filipseymırhofmın'a hayransanız (çok düşük ihtimal), ıskalamayınız. Yok bu kadar iddialı değilseniz hiç yaklaşmayın.
   Haaa bir de biraz nüdizm ve tensel temaslar gösterilirken hiç cimrilik yapılmamış, "anne/baba oralarda niye tüyler var ?" tipi sorular üretecek sabi sübyanla izlemezseniz, başınız ağrımaz.