31 Ekim 2012 Çarşamba

"Kirli, Çürük ve Adi" İyi komedi eskimez...


   Biliyorum taa 1988'den kalmış, dile kolay aradan 24 yıl geçmiş.Ama ben ne zaman seyretsem gülüyorum. 
   
   Filmimiz; Beaulieu Sur Mer adında Sezan tablosu gibi bir Fransız kalburüstü kasabasında iki sahtekarın birbirini bulması ve amerika sabun kraliçesi Janet Colgate'i dolandırmak üstüne bir iddiaya girmelerini konu alır. Evet konu klişe bir komedi senaryosu. Nedir : oyunculuklar cuk oturmuştur. Senaryo, kurgu, müzikler, planlar çok iyi işçilikle işlenmiştir. 


   Yıldız Savaşlarındaki Darth Sidious efendinin burada uşak rolüne çıkarılması fakirin içinin yağlarını eritmiştir.

   Stiv Martin vücudunu ve mimiklerini, Maykıl Keyn ise klasını konuşturmakta ve bir on kere daha izlesem yine beni ilk kez kadar güldürecek bombastik bir film ortaya çıkarmaktadır. Her ikisinin önünde de saygı ile eğiliyorum.

   Yalnız filmi izleyecek olanlara bir iki önerim olacak. Şöyleki : 

Muhakkak orijinal diliyle izlemeyi tercih edin. Maykıl Keyn'in aksan değiştirmeleri karşısında gözleriniz (yoksa kulaklarınız mı ?) açılacak. (İngiliz, Amerikalı, Alman, Avustralyalı (sefil kulaklarım ancak bu kadarını algılayabildi))

   Aşağıdaki Bay Keyn tiradını iyi dinleyin.

"Freddy, as a younger man, i was a sculptor, a painter, and a musician. there was just one problem: i wasn't very good. as a matter of fact, i was dreadful. i finally came to the frustrating conclusion that i had taste and style, but not talent. i knew my limitations. we all have our limitations, freddy. fortunately, I discovered that taste and style were commodities that people desired. freddy, what I am saying is: know your limitations. you are a moron."

   Filmi izleyemeyecek kadar meşgulseniz aşağıdaki videoya bir göz atın. (sonra zaten bir yerden edinip izlemeye çalışacaksınızdır)

   Arşivlemeye değerdir. Niyetine girdiyseniz iyi seyirler, pişman olmazsınız...





"Sevmek Dokunmaktır" İyi Kitap İz Bırakır...

İnsanlar neden evcil hayvan besler ?
Neden alkışlarız ?
El sıkışmanın etimolojisi nedir ?
Neden hastalanırız ?
Neden boşanırız ?
Tiyatrocular neden bellerinden eğilerek seyirciyi selamlar ?
Berber koltuğunda uyku basmasının sebebi nedir ?
Köpeğimizi pışpışlarız da kediyi niye uzun okşamalarla severiz ?
Penguen, sincap neden sevimlidir de sürüngenler sevimsizdir ?
Niye dans ediyoruz ?
Sallanan koltuk ve hamak sevdamızın asıl nedeni nedir ?
Vedalaşırken neden el sallarız ?
Ben bu satırları ne diye yazıyorum ?
Bunlar ne biçim sorular ?

   Desmond Morris bir etolog. Türkçesi; hayvan davranışlarını gözlemek ve yorumlamak üzerine uzmanlaşmış bir zoolog (zoolog : hayvanbilimci). Oturmuş; mesleki birikimlerini önüne koyarak insanı gözlemlemiş. Gözlemlerini de önce "Çıplak Maymun"da, sonra "İnsanat Bahçesi"nde, daha sonra da "Sevmek Dokunmaktır"da bizlerle paylaşmıştır. Fakir de sırasıyla hatmetmiştir bunları...

   İlk okuduğumda hormon feromonları içinde dolaşan bir yeniyetme olduğumdan öncelikle "Cinsel Yakınlaşmaya Çağrı" bölümüne özel bir ilgi gösterdiğimi itiraf etmeliyim. Lakin, okuduklarım öylesine ilgi çekiciydi ki kalan bölümlere de gereken özeni göstermiş, hatta o zamanlar hiç adetim olmadığı halde bazı satırların altını çizerek tekrar tekrar okumuştum. Aradan geçti 30 yıl. Arakolpa değişti. Bazı kitaplar uzun aralıklarla okunmalıdır. Bu da öyledir.

   İkinci okumada, ilk okuduğum hazzın aynısını, hatta katmerlisini aldım diyebilirim. Zira yaşadıklarım, gözlemlediklerim artmıştı. Üslup yine eğlenceli, gözlemler yine göz belerttiriciydi (var mıdır böyle bir sıfat bilmiyorum ama).  Dokuz bölümden oluşan kitabımız tensel temasın hayatımız üzerindeki etkilerini safhalarla açıklamaya çalışıyor. Üslup ne zaman sıkıcılaşsa, Bay Morris hemen tarihten, günlük hayattan çarpıcı örneklerle ilgimizi canlı tutmayı başarıyor. Bu arada üç paragraf üstte sorulan sorulara ve daha nicelerine kendi bakış açısına göre cevaplar veriyor. Pekiyi cevaplar bilimsel mi ? Bilmiyorum ama mantıklı oldukları kesin.

   Müdavimler bilirler bu güncede "amman kaçırmayın, mutlaka okuyun" diye reklam yapmayı sevmem. Lakin, çocuk yetiştiriyorsanız, sosyal ilişkilerde tutukluk yaşıyorsanız, kalabalık sizi bazen sıkıyor ama onsuz da yapamıyorsanız, nedenini bilemediğiniz saplantılarınız varsa, şehri seviyorsanız, pastoral yaşamı seviyorsanız, yukarıdaki soruların cevaplarını merak ediyorsanız okuyunuz, hatta kitaplığınızda bulunsun, bir otuz yıl sonra tekrar okuyunuz derim. Hem beden dilini çözebilmenizi sağlar, hem de oturup ahkam kesmeye yarar.

29 Ekim 2012 Pazartesi

"Killer Joe" Friedkin'in Yeni Filmi...


   Vilyım Fredkin'in ilk rahatsız olduğum filmi değil bu. Taa 70li yılların sonunda "The Exorcist" ile de beni daha farklı kanallardan rahatsız etmişti (seviyor rahatsızlık vermeyi). İlkini korku kanallarından yapmıştı, ikincisini moral kanallardan yapıyor. 
   Pelikulamızın omurgası, Amerikan kovboylarının (hilibili cinslerininin ama !) ahlaki değerleridir. Konu naif olarak "22 yaşındaki uyuşturucu taciri (torbacı) Chris (Hirsch), zulası annesi tarafından çalınınca ya hemen 6.000$ bulmak ya da öldürülmek seçenekleriyle karşı karşıya kalır. Çaresizliğe kapılan Chris, annesinin 50.000$ değerinde bir hayat sigortası olduğunu öğrenince babası ile birlikte onu öldürtme planı yapar ve bu iş için aynı zamanda "dedektif" olan “Killer Joe”'ya (McConaughey) başvururlar. Her zaman nakit çalışan Joe bu sefer kurallarında bir istisna yapar ve Chris'in genç ve çekici kızkardeşi Dottie'yi (Temple) para ödenene kadar "teminat" olarak alır" şeklinde özetlenebilir.
   Evet konu cazip. Sorun işlenişte, film taa en başından itibaren görülmesi imkansız senaryo ve mantık aksaklıklarıyla gelişiyor. Bir süre sonra bunun, yönetmenin bilinçli tercihi olduğunu değerlendirmeye bile başlıyorsunuz. Birazcık da spoyler veriyim tam olsun. Taa sonuna kadar zorla izlediğim film son bir saniyesinde beni şaşırttı, o sahneyi izlemek için bir ikinci seyir yapacağım mecburen.  Metyuv (soyadını telaffuz edemiyorum) oyunculukta döktürmüş, Tamıs Heydın Çörç'de filmdeki diğer favorimdir. Lakin  Cuno Tempıl ismine dikkat. Varsa böyle bir tapınak gider müridi olurum. O derece...
   Kontrolsüz kan ve cinsellik içerdiğinden asla sabi sübyan ile seyredilmez hatta hassas bünyelere dahi önerilmez. Hafif alkollüyseniz daha iyi gideri vardır. O garip afişin ne olduğunu ayık kafayla idrak etmemeniz menfaatiniz icabıdır. 

"Comme un chef" Haydi Afiyet Olsun !..

   Benim gibi iflah olmaz mutfak faresiyseniz seyretmek iyi gelir.

   Burnundan kıl aldırmaz sinefillerin burun kıvıracakları denli klişelere yaslanmıştır (fazla "burunlu" cümle oldu bu). Kötüler, iyiler, yardımcı karakterler rotringle çizilmiş gibidir. Filmin oturtuluşu, geliştirilişi, çözümlenişi (var mıdır böyle bir akış ?) ilk on dakikadan itibaren tahmin edilebilir. Kostümler, müzikler, oyunculuklar, görüntüler göze batmamaktadır. Jan Röno ve yeni oyuncunun kimyası eh iştedir. Senaryo; böyle bir film için gerekli tüm malzemeleri ihtiva etmektedir (ihmal edilmiş çocuk, yardımcı rollerdeki azınlıklar, sonradan tutulan pastoral lokanta yöneticisi afet vs.). 
   Ama mutfakla ucundan kenarından ilgileniyorsanız, soğanın pembeleştiğini anlayacak kadar yemekle alakanız varsa hiç kaçırmayın, alın çoluğu çocuğu yanınıza erken bir saatte çokça gülümseyerek, seyredin, günlük gerilimlerden biraz uzaklaşır, ertesi güne unutursunuz. 

   Üstüne taze kaşar serpilmiş bir fırın makarna tadı verir ama Parmeciano Reciano isterseniz başka mutfaklı film bakınız...

23 Ekim 2012 Salı

"Ruby Sparks" Romanın Ayarlarıyla Oynamayınız.....

   İMDB'de türü, "komedi, fantazi, romantik" şeklinde sınıflandırılmaktadır (ki bu sınıflandırmaların çoğuna katılmasam da bu kez bana uymuştur).  İzledikten hemen sonra klavyenin başına oturdum ki hissettiklerim uçmadan satırlara dökebileyim. Yine de zor...

   Romantik komedi olarak izlerseniz sıkıntı yok. Bir buçuk saat sular seller gibi akar gider, filmin sonunda da yüzünüzde kocaman bir gülümseme olur. Fantazi olarak izlerseniz (içinizde bir "Stranger than Fiction" beklentisi varsa), o kadar büyük çapta ve iyi kurgulanmış bir fantastik kurgu yoktur. Yine de idare ederdir...

   Lakin adem havva ilişkilerine kafa yorayım, yazarlıkta yaratıcılık süreci nasıl işlemektedir ? psikoanaliz faydalı mıdır ? mükemmel kadın var mıdır ? Tanrının işi kolay mı ? şeklinde sorunsallara eğileyim derseniz işiniz kolay değil...  Filmimiz ucundan bucağından tüm bu sorulara bir yanıt vermemekle birlikte hepsini kurcalamakta ve cevapları yorumlamayı da size bırakmaktadır. Manallahım ne kadar zorlu sorulardır bunlar !...  

   Başrolümüz Pol Deno zati favorimdir. İlk defa bu filmde müşerref olduğum Bayan Zoyi Kazan ise ilk görüşte pek ilgi çekmese de film ilerledikçe göze pek latif görünmektedir. Senaryoyu da Bayan Zoyi'nin yazdığını öğrenince kendisine olan hayranlığımız (pek küçük çenesine rağmen) katmerlenmiştir. Dede Eliya Kazan, annebaba da yazar olunca yazarlık kaçınılmaz oluyor demek ki.  

   Filmimiz başlangıçta normal fantazi gibi ilerleyip ortalarına doğru sinefillerin beyin kıvrımlarını çakmak çakmak alevlendirmekte sonlara doğru biraz sarksa da finale yakın omnipotent odaklı sahnede pik yapmakta ve nihayet herkesi memnun edecek bir finalle taçlanmaktadır.  Yönetmenlerimiz de "Küçük Bayan Günışığı" filminin yönetmenleridir aynı zamanda. Eh artık fazla bir şey demeye de gerek yoktur sanırımsa.  Yakın durun derim...

21 Ekim 2012 Pazar

"The Limits of Control" Aşina olmayan koşarak uzaklaşsın...

   İlk önce uyarımı yapayım da günah benden gitsin... 

   Cim Carmuş'u aşina olmayanlar, ince mesajları okuyamayanlar, "Lost"la eğitilmeyenler hiç vakit harcamasınlar.

   Önce zahiri yorum : İki saate yakın süren yapımda; esrarengiz bir "yalnız adamın" suikast işine doğru adım adım ilerlemesini izliyoruz. Bu görevde karşılaştığı esrarengiz yabancılar ona görevi hakkında ipuçları ve fikirler veriyor. Bütün bunları mükemmel bir renk ve görüntü işçiliği yardımıyla izliyoruz. Coğrafi ve mimari ögeler dantel gibi işlenmiş. Başrolümüz; uyumuyor, sevişmiyor, cep telefonu kullanmıyor, çok gerekli değilse konuşmuyor, tuvalette bile tai-chi yapıyor (bana tai-chi gibi geldi), çalışırken (sadece son beş dakika çalışmıyor) hep parlak kumaşlardan mamul hiç kırışmayan takım elbiseler giyiyor, kahveyi hep çift fincanla içiyor, yüz yerine adeta bir maske taşıyor (tek sahne hariç), hep sırtüstü yatıyor, parantez bacaklarıyla kovboy gibi yürüyor, hayalgücüne çok önem veriyor, ispanyolca bilmiyor, pijama giymiyor, kontrolünün sınırlarında vs.vs. Senaryoda konuşma pek yok. Genel olarak görüntülere önem verilmiş.  Bu da normal izleyiciye sıkıcı gelebiliyor ve hatta baygınlıklar geçirtebiliyor. Ne meraklı diyaloglar, ne uçan koşan otomobiller adamlar var. Standart izleyici için notu ancak 3/10 olabilir....

   Sonra batıni yorum : Adı sanı bilinmeyen başrole, yan rollerde Tilda Svintın, Con Hört, Gael Garsiya Benal, Bil Möri, Hiyam Abbas (ki senaryoda sadece arapça bir cümle etmektedir), Pas Delahuerta gibi isimler eşlik etmektedirler (ki görmelere sezadır). Yamulmuyorsam en temel mesaj : "dünyada kontrol limitine gelmiş olan amerika; boheme, halüsinasyona, bilime, sanata, müziğe, hayalgücüne dayattığı tahakkümün sonunda elbet bir gün gitarın ipini boynuna sarılmış bulacaktır"dır. Tabiy ki bunun yanısıra film esnasında zihnimizde çakıveren bir dolu alt mesaj var. Bunlar; komplo teorisyeni izleyiciye hep tekrarlanan diyaloglar (misal : ispanyolca biliyor musun ?), kamyonet arkası yazıları, yine tekrarlanan hikmetler (kendilerini diğerlerinden önemli gören kişi, mezarlığa gitmelidir. Orada dünyanın anlamını bulacaktır. Bir avuç dolusu toz toprak... (bu motto kah işveren tarafından kreole şivesinde, kah flamenkocular tarafından en acılısından bir ispanyol türküsünde kulağımızda çınlayacaktır)), değiştokuş edilen kibrit kutularının benzerliği, gitarın her türlü çağrışımı, sanat eserlerinin benzerliği (son evde örtülü tablo ile son müze sekansındaki modern eser), (daha yazarım da okuyanın canı sıkılır diye yazmıyorum yoksa bunlardan daha çok var) ile verilmektedir... Velhasıl; arıza sinefilleri ziyadesiyle şenlendirir bir filmdir. Onlar bu ilginç tecrübeye rahatlıkla bir 8/10 rozeti takacaklardır.
NOT : bir şekilde izleme imkanı bulursanız, sıkılsanız bile "lone man"in bir bistroda izlediği flamenko provasını bari buraya tıklayın da izleyin derim. O ne danstı öyle ? "La Truca" nasıl bir dansçıymış ? El figürlerinden aklım çıktı !.. "lone man"in de aklı çıktı herhalde ki koca filmde yüz kontrolünü sadece o sahnede kaybetti.

NOT : En üstteki afişe bakın altta ne yazıyor ? "Lights, camera, inaction". Bu bize filmin tarzını çok şükela şekilde özetliyor aslında.

20 Ekim 2012 Cumartesi

"Mýrin ya da Jar City" İzlanda'da Cinayet Olursa...

   Kontraband'ı izleyip de gerim gerim gerilince Bay Baltasar Kormakur'un iyi eleştiriler alan üç önceki filmi Kavanoz Şehrini de izledik (Mýrin diye de bilinir). 

   İzlanda'da bir cinayet işlenir. Sıradan bir cinayet (tiki polisin ifadesine göre "tam iskandinav işi bir cinayet : darmadağınık ve amaçsız") gibi görünen soruşturma; derinleştiğinde, oldukça giriftleşir. Olay; toplumun genetik olarak sınıflandırılması, aile içi gizlenen sırlar, katatonikleşen babakız ilişkisi, gücün yozlaştırması (çavuş ve suçlular bağıntısı), dağılan toplumsal yapı gibi çeşitli dallara doğru uzanır. Filmin başlangıcından itibaren başlayan meraki marazi tempo sonuna dek sürüyor. Bu tempo neden olayor ? Tek kurşun atılmıyor. Çok kısa bir iki sahne dışında öyle aksiyon, hoplamazıplamakovalamaca yok. Kormakur daha önce yaptığı ve daha sonra yapacağı gibi seyirciyi bir bilinmezlikler çorbasında yavaş yavaş ısıtıyor da ondan.  En baştan itibaren garip İzlanda isimleri bombardımanına tabi tutuluyoruz (elendur,elendi,elinborg,sigundur,holberg (bildiğin ikea mobilyaları !)), nasıl geldiği hiç anlaşılmayan ve olaya paralel mi yoksa önceden mi geçtiği bilinmeyen bir ikincil hikaye var (örn'ün hüzünlü öyküsü). Lakin aynı havyar yemeye alışmak gibi ilk 45 dakikadan sonra sarmaya başlıyor (ilk bir kaç denemede tatsız tuzsuz gelir mübarek), nihayet sonlara doğru "ah anlamaya başladım, yaşasın embesil değilim !" diyorsunuz ve finalde "hah tamam" oluyorsunuz.
   İzlanda; küçük, soğuk, kurak, kıraç bir yer. Filmimizin kahramanı Polis Şefi (ya da öyle gibi bir şey) Bay Elendur, görünüş itibarıyla nasıl itici, nasıl ezik duruşlu, nasıl kuzugözü yer, nasıl baca gibi sigara tüttürür bir karakter ki Holivutta böylesi asla olmaz. Kızı uyuşturucu krizindeyken okuduğu kutsal metinler de ayrı bir harcıalemdir. 

   Ellidi; nasıl sosyopata bağlamış, nasıl hantal, nasıl tehditkar, nasıl maşa bir karakterdir.
   Kadın dedektif, nasıl doğal, nasıl hayatın içinden, sahici bir karakterdir.
   Şimdi böyle gerçek karakterler, soğukıssızantipatik bir dekorda tatsız bir film çıkabilir diye düşünebilirsiniz. Öyle olmuyor işte !... Gerçek bir polisiye ve ortalamanın üstünde bir film izlemek isterseniz öneririm. 

NOT : İzlanda'daki polislerde ne tabanca, ne cop, ne de biber gazı bulunmamakta. Film bittikten sonra dikkatimi çekti, bildiğin katillerden bile koşarak uzaklaşıyorlar. Güzel ülkemin asil polisinden ders almaları lazım. 

17 Ekim 2012 Çarşamba

"Depresyon" Prof.Dr.Özcan Köknel Hoca'dan Ruhsal Çöküntü

   20 yıl öncesinde "depresyon" bu denli bilinir ve çok rastlanan bir kelime/olgu değilken Özcan Köknel Hoca üşenmemiş, bu yeni olgu için Sandoz'un da katkılarıyla bir kitap kaleme almış.

   Oturduk, okuduk. Hakikaten de depresyon gayet de akademik bir dilde anlatılmış. Belirtiler, tanı yöntemleri, tipleri, tedavi yöntemleri çok didaktik bir anlatımla yansıtılıyor okura. Yalnız şöyle bir şey var. Bizler düz okuyucuyuz, tıbbiye talebesi (hah tam oldu) değiliz. Oysa kitaba birazcık tıbbi terimler katılsa bildiğin ders kitabı olacak gibi duruyor. Diyeceğim : üslup biraz kuru ve serttir, hazmı güç olabilir.  Bir de "ırk ve kültür" faktörlerinin depresyona etkilerini okurken kıllanmadım değil, hoca neredeyse kafatası ölçümü yapacak diye...

   Depresyon hakkında akademik bilgi mahrumiyetine düştüyseniz okuyabilirsiniz. Değilseniz uzak durunuz !... 

"Şeytan Denizi" Klayv Dededen Masallar...

   Okumayayım diyorum ama kafa boşaltmaya birebir.

   Klayv Kaslır hakkındaki düşüncelerim belli. Merak eden buraya tıklasın. 

  İnsan bazen gündemden, insanlardan, okuduklarından, çevresinden daralır ya. İşte o zamanlarda da Kaslır kitapları, açlığı yatıştırmak için mecburen atıştırılan hamburgerler gibi olayor.
   Bu kitabımız hayli eski tarihli olduğundan (1986) Kaslır'ın emektar protogonisti Dirk Pitt başrolde. Yine kuntastik maceralara doğru yelken açıyor. Fidel Castro'yu ölümden kurtarıyor, bir banyo küvetine dıştan takma motor takarak Küba'dan Florida'ya kaçıyor, kötü adamları yerle yeksan ediyor, Havana'da taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmıyor vs.vs.
   Tamam ! havsalaya sığmaz senaryo ama ilk cümlede belirttiğim gibi güzel zihin resetliyor.
   Daraldıysanız öneririm.  

"Frequently Asked Questions About Time Travel" Ucuz ama Kaliteli !...

    2009'da çevrildiği halde nasıl pas geçmişim bilmiyorum ? Fakir; bilimkurguya, ingiliz durum komedisine müpteladır halbuki...
   Afişte yazdığı gibi "Dr.Who", "Shaun of the Dead"le buluşuyor hakikaten. Bütçesi ancak Osmanlı dizileriyle kıyaslanacak kadar mütevazı, filmin sonunda sadece sekiz oyuncunun adı çıkıyor, özel efektler çok naif, öyle fazla ünlü yok (Anna Faris'i tenzih ederim),  zaman yolculuğunu efektsiz, cgi'sız, teknik terimsiz, kafa karıştırmadan, güldüre güldüre veriyor, kilit yerlerinde de Boni Taylır'dan "Total Eclipse of the Heart" çalmaktadır ki arakolpa kendinden geçrmiştir. 
   Sadece bar tuvaletindeki yukarıdaki şarkı eşliğinde yapılan pandomimaları görmek için ile izlenebilir. Bilimkurguya aşina arkadaş grubu ile şükela izlenir.   
SON TRAJİK NOT : Bulmak için o kadar uğraştım. Bulduğum gece CNBC-E'de yayınlandı. 

16 Ekim 2012 Salı

"Night on Earth" Yok Aslında Birbirimizden Farkımız...

    Jim Jarmusch'a başka bir yazıda selam çakacağız elbette ama bu yapıtını gördükten sonra sıcak sıcak yazmakta fayda var.

   Değişik adam bu yönetmen. Öyle hoplatan, zıplatan, ağlatan, güldüren filmler çekmiyor. Düz filmler çekiyor. Beklersin beklersin, beklentiyle dolarsın bir şey olmaz. Ama film bitince birşeyler hissedersin. Herkesin hissettikleri kendinedir. Öyle Mahsun Kırmızıgül sineması gibi "almak mecburi" mesaj bombardımanı yoktur. Kimi filmlerinde iyi müzik vardır, kiminde hiç yoktur. Fetiş oyuncuları vardır (tom veytz (oyunculuğu -10'dur), bil möri, ayzek dö bankole vs.). Yönetmeni tanımasanız bile ilk onbeş dakikadan sonra "bu carmuş filmi" diyebileceğiniz kadar tarz iddialı, tanıtım olarak da bir o kadar iddiasızdır. Bak film yazacaktım, yönetmene dalmışız yine. Neyse...
   Filmimiz : alt ve üst noktalarından merkeze doğru hafifçe basık, gittikçe sulu bir yer olan Dünyamızın bir gecesini; taksi şoförleri ekseninde ve beş güzel şehrin dekorunda anlatmaktadır. Carmuş'un bir dönem yaşadığı beş şehrin (losencılıs, niyork, roma, paris, helsinki) anısına saygı olarak yaptığı film, bu şehirlerin gece fotografilerini yansıtıyor. Losencılıs'ta nisbeten akşamüstü sularında başlayan filmimiz, yukarıdaki sıra üzerinden helsinki'de kargaların kahvaltı saatinde sona eriyor. İddialı şehirlerin iddiasız (makyajsız diyelim şuna) yüzleri ile yüzgöz oluyoruz (pariste boş bir nehir rıhtımı, romada boş ispanyol merdivenleri, helsinkide inlerin ve cinlerin halı sahaları rolünde tezahür eden meydan vs.). Öyle aman aman bir hoplama zıplama yok. Lakin gencecik bir Vaynona Raydır, olgunluğunun zirvesinde bir Cina Rovlends, baston gibi bir Ayzek dö Bankole, gözlerini belerte belerte kör rolü yaşayan Dal gibi bir Beatris, fırlamalığı geride bırakacak kadar fırlamalığı aşmış bir Roberto Benini; bizlere hoşça vakit geçirtmek için kendilerini paralıyorlar.
    Hiç bir Carmuş filminde bu filmin Roma bölümünde olduğu gibi gülmemiştim. Hayat Güzeldir'den sonra soğuduğum Roberto Benini'ye bu filmde tekrar ısındım. Aşık olduğu koyunun melemesini taklit ederken, fakirin gözlerinden yaş geldi. O derece...
   Helsinki gibi bize coğrafi olarak uzak ve duygusal olarak en az coğrafyası kadar ters bir şehirde bile ortak duyguları gözlemleyecek incelikli bir senaryo vardır. Helsinki'de taksi çağıran küfeliklerin taksiye verdikleri reaksiyonda güzel enstantaneler vardır. Filmi seyrederken aklımdan geçen, "dur bunu yazıyim" dediğim bissürü ayrıntı vardır. (Dur ağlanayım biraz : ağ güncesi yazacağım derken şöyle filmden tad alamaz oldum. ağlama bitti) 

   Standart sinema seyircisiyle hiç seyredilmez, sinefil bir arkadaş grubu varsa tadından yenmez.

"Abraham Lincoln Vampir Avcısı" Rahmetli Özal'da Kurtadamları Hallederdi !..

   Tanıtımıma başlamadan önce kadim bir atalar sözümüzü hatırlatmak istiyorum Yönetmenimiz Timur Bekmambetov'a; "Her hıyarım var diyene tuzlukla koşturma !"...  Sen ki "gündüz ve gece nöbeti"ni çekmiş adamsın, tamam paranın yüzü sıcak ama bari "Aranıyor (wanted)" janrında bişeyler çekseydin iyiydi. Ne bu böyle ! Parasını vereceğiz gel "Turgut Özal Werewolf Slayer" desek gelecek misin ? Neyse bu kadar çemkirme yeter.

   Küçük Abraham'ın annesini vampirler öldürünce içine bir hırs dolar bir hırs dolar ki, yeterli ara gazını aldığında ağaçları tek balta darbesiyle devirir bir genç irisi olur.  Vampir öldürme işini benimser, arada (ne arada bilmiyorum) hukuk da okur. Bakar ki vampir öldürmede para yok, bari başkan olayım da yeşerdiğim kızla kuracağımız yuvada aç biilaç kalmayayım hem lojmanı da güzel der ve sebat eder başkan olur. Başarılı bir vampir avcısının başkan olmasını içine sindiremeyen vampirler ülkenin güneyini komple vampir yaparak iç savaş başlatır. Başkanlık ve vampir avcılığını birarada sürdüremeyip baltasını karısının çeyiz sandığına kilitleyen Abrahamcık ne yapsın ? Mecburen savaşı bitirmek için baltasını sandıktan çıkarır bütün vampirleri öldürür. Yazılar çıkar.
   Konu kısaca bu. Yerseniz. 
   Bu senaryoyu Stanley Kubrick çekse, çekilmez. Timur Bey dağarcığındakileri kullanmış (yok kumaş gibi yırtılan ahşap duvarlar, yok üstüste görsel çağrışım yapan sekansların bileşimi, yok insanoğlundaki ani güç patlamaları vs.) ama gideri yok.
   Şöyle bir önerim olabilir. Komedi olarak ele alınırsa seyredilebilir.
   Son bir şey daha : iyice kanaat getirdim : holivut yaşlandırma makyajını beceremiyor.

12 Ekim 2012 Cuma

Üç Film Birden !.. "Contraband" "Çernobil Günlükleri" "Cosmopolis"

"Radyasyonlu Zombiler"
   Amerikalı bir grup turist, "extreme tour" yapalım diyerek Kiev'den Çernobil kazasının olduğu Pripyat kasabasına tıngırdak bir minibüsle yola koyulurlar. Minibüs bozulur, olaylar gelişir.
   Fonda geçen mekanlar ve zombilerimizin radyasyonlu mutasyon geçirmiş olmaları haricinde filmimizin türe getirdiği herhangi bir yenilik yok.  Kendi açımdan kitap okurken ve sadece arasıra göz atarak seyrettim zira başı sonu (ve hatta sıçratacağı yerler bile) apaşikardı.  Lakin şöyle bir faydasını gördüm : bu tür filmlere belli bir düşkünlüğü olan kızım, filmin sonunda güzel ve yalnız ülkemize yapılacak nükleer santrallere karşı ciddi bir karşı tavır geliştirdi. Bu açıdan nükleer konusunda bilinci kadük kalmış bireylere önerebilirim. Yoksa uzak durunuz !..

"Bitmeyen Gerilim"
   Ne yalan söyleyeyim filme başlarken öyle büyük beklentilerim yoktu.  Önceden okuduğum kadarıyla konu pek de yenilik getirmiyordu, yönetmenin nebçim ismi vardı öyle (Baltazar Kormakur !!) başrol "eh işte" idi, afiş çok kötü idi ve daha bissürü böyle küçük detay vardı. İzlemeyi de hayli erteledim. Boş bir akşamda oturdum, izledim.
   Valla tuvalete bile kaldırtmadı. Filmin ilk on dakikasından son beş dakikasına kadar bitmek bilmeyen bir gerilim, bir tansiyon var. Haa aksiyon yok fazla evet ama o gerilim gerim gerim gerdi fakiri. "ha bakalım olayor", "oyalanma olm", "koş koş" demekten helak oldum. Ha "senaryoda akılcılık ararım, gerçekçi olsun" falan diyorsanız hiç bulaşmayın, senaryo ve kurgu hatalarla dolu. Ama şöyle kafayı biraz boşaltayım, sonra da hemen unutayım derseniz öneririm. Yalnız eleştirim de şudur ki : kaçakçılıktan kazanılan haksız kazanç böyle yüceltilmemeli...



"Bilmiyorum, Bilemiyorum"
   Kronenberg'i takip ediyorum, filmlerini severim, izlemeye, anlamaya da çalışırım. "Sinek" (1986)'den beri müptelasıyım, "şimali taahhütler" olsun, "şiddetin tarihçesi" olsun hem oyuncu seçimi, hem senaryolar hem de naçizane altmetinler konusunda kendimi geliştirdiğim bile söylenebilir. Amma Kozmopolis beni aştı ("Tehlikeli Yöntem"de biraz ağırdı). Yok ! film boyunca kullanılan subliminal meşazlar (filmin neredeyse tamamının izole bir yerde geçmesi, final sahnesindeki hesaplaşma (kendi adıma Petinson'a neredeyse Tanrı göndermesini yapmış diyeceğim de diyemiyorum), Camatti'de herkesin kendinden birşeyler bulabileceği kuntastik performansı, vs.vs.) benim maaş baremimi aşıyor. Belki ikinci üçüncü seyirlerde daha iyi incelenebilir ancak ilk izlediğimde fenalıklar geçirdim. 
   Patlamış mısır, bira ile gitmez. Olsa olsa çek absenti ile gideri vardır.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Nam-ı Diğer Kaptan "Selim İleri'nin gözünden Attila İlhan"

   Selim İleri sormuş, Attila İlhan konuşmuş, İş Bankası Kültür Yayınları yayımlamış, bize de okumak düşmüş...
   Zamanında yıldızının parlamasında epeyce emeği olduğundan "Kaptan"a dair soruları bir hayli kişisel yorumlar içeriyor Selim İleri'nin. (öznenin cümle sonunda olduğu çetrefil bir cümleyi de kurdum ya, gözüm açık gitmez)
   Standart söyleşi gibi Kaptan'ın çocukluğundan, yeniyetmeliğinden, ilkgençliğinden kesitleri onunla söyleşir gibi temaşa ediyoruz. Anlatılan bir kişinin değil birkaç dönemin hikayesidir de. İlk bölümlerde Kaptan henüz lise öğrencisiyken "komünistlikten" parmaklıklar ardına girmesidir, beni etkileyen... Tabiy ki bu sadece bir kupledir. Kaptan'ın hayatı dar alanda hızlıca seken pinpon topu gibi zıpzıp geçmiştir. Okurken yoruldum, "Kaptan sen bu enerjiyi nereden buldun ?" sorularını sarfettim kendime. Didaktik okurlar, son bölümlerde eleştiriler getirecektir "konu dağılıyor" diye, yok efendim "böyle sübjektif söyleşi olmaz" diye. Desinler !  Kanımca en etkili bölümleri de sonlarına doğrudur kitabın. Kaptan'ın yaptığı tespitlerin ne denli birikimli, nasıl yerinde olduğunu görmemek için ciddi basiret yoksunluğu gerektir. Yaşamının sonlarına doğru "ulusalcı ihtiyar" etiketlenmesini bile önceden görmüş ve bu konudaki bilinçli kayıtsızlığını da nedenleriyle açıklamıştır satır aralarında. Fakirin altını çizdiği yerler çoktur. Ve fakat maalesef bu güncede uzun alıntılara yer yoktur. O yüzden sadece bir iki alıntı yapacağım. Mazur görünüz (istemeyen okumasın !..). Söyleşinin sonunda kallavi bir kişisel "küçük antoloji" ile detaylı bir fotografik "albüm" de mevcutludur. Meraklılarına...
   Edebiyata, sinemaya, entellektüel yaşamın içyüzüne, Türk Soluna (bakınız yine oksimoron kullandım !), İstanbul'a, İzmir'e, siyasete ilgi duyanlara öneririm. Ayrıca; tam da Kaptan'ın göçünün yedinci yıldönümünde bu tanıtımı yapmaktan sevinçliyim. ("- Bak yedi yıl geçmiş Kaptan ! Yine okuyoruz, yine okuyacağız.")

"Aİ - Türk solunun, bir türlü ayakları yere basın bir sol olamaması beni hep rahatsız etmiştir. Türkiye'nin gerçeğini göremeyip başka ülkelerdeki tartışmaları Türkiye'de sürdürmeye kalkışmaları tuhafıma giderdi" (S.213-214)


"Sİ - Günümüzde o çapta çok az roman yazılıyor (Meşrutiyet dönemini kastediyor). Bunu neye bağlıyorsunuz ?
Aİ - Onların önemli bir avantajları vardı. Hem Batı edebiyatını biliyorlardı, hem Doğu edebiyatını. Bizim neslimizden sonra, Doğu edebiyatını bilenler hemen hiç kalmadı. Daha önemlisi, bugün, Amerikan, İngiliz çerçevesinin dışına çıkılamıyor. Ötesini göremiyoruz. Oysa bizim neslimiz Alman edebiyatını takip etmiştir. İtalyanları okumuştur, İspanyolları okumuştur. Bu türden neşriyat adeta kayboldu. İşte böyle bir yayın mücadelesindeydim."(S.230) (Bkz.Osman Aysu, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin vs.)(bazılarını severim ama bu, onları "Kaptan'ın işaret ettiği çerçeveden" çıkarmıyor)

"Aİ - Bana öyle geliyor ki, bunlar hep, Türkiye'deki çözülüşün, özellikle de fikir ve sanat düzeyindeki çözülüşün bir yansıması.
Sİ - Attila İlhan bu çözülüşü neye bağlıyor ?
Aİ - Buraya gelinecekti zaten. Gelinmemesi mümkün değildi. Çünkü şöyle bir noktadan geliniyor hep; Bizim modernlikle temasımız başlangıçtan yanlış, Modernlik, Batı'da milliyetçilikle başlıyor. Bizdeyse kompradorlukla. İkisinin arasında taban tabana zıtlık var. Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar modern kültürlerini kurarlarken "ulusal" kültürlerini yapıyorlar ve bu kültürlerini bütün dünyaya yayma eğilimi gösteriyorlar.
   Biz modern olmak istediğimiz zaman bu kültürleri kopya ediyoruz, taklitçilikle yetiniyoruz. Bunun sonu elbette kötü geliyor. Mustafa Kemal Paşa bu vahim tabloyu gördüğü içindir ki, Tarih Kurumu'nu, Dil Kurumu'nu kuruyor. Ulusallığa gideceksin, başka çaren yok. Ulusal, yeni bir edebiyat, yeni bir kültür yaratmak peşine düşeceksin. Bunu yapabilmek için mevcut kültüründen yararlanacaktır. Gazi, Türk Dil Kurumu'nu niye kuruyor, babasının hayrına mı ?'' (S.251)

SON NOT : Kitabımızın arka kapak fotoğrafı o denli ürkütücüdür ki, Selim İleri'nin ciddi ciddi "marslı" olup olmadığını düşünmekteyim.

9 Ekim 2012 Salı

The Expendables-2 "Maçoluğun Zirvesindeyim !.."

   Senaryo, oyunculuklar, müzik, kurgu her şey o kadar kötü ki hiç bir şekilde ayık seyredilmesini önermiyorum. 
   Filmin başlangıcından sonuna kadar neler olacağını, nasıl olacağını tahmin ediyorsunuz. Mesela şimdi bu filmi Çak Noris ve Brus Lii kapışmasını izlememiş olan genç nesiller izlediğinde "şaka mı bu ?" şeklinde düşünebilir ve fazla da vakit harcamadan ilk on dakikadan sonra dönüp arkalarını giderler. Haklılar, denilecek bir şey yok. Karikatürize tipler, maçonun dibi başroller, dünyayı kurtaran adama rahmet okutacak sahneler, ziyan zebil ölümler vs.vs.
   Lakin sözüm 40'lı yaşların üzerindekileredir.  Onlar ki sinemadan çıkınca kah "kolsuz kahraman vangyu" kah, "dünyayı kurtaran adam" olmuşlardır. Onlar ki ilk Rambo'yu Caddeyi Kebir üzerinde İpek'te, Who Dares Wins'i Harbiye As'ta izlemişler, rüyalarında kah "yalnız kurt", kah "Raki Balboa" olmuşlardır. Neyse anladınız sanırım. 
   İşte o eski günlerin hatırına; bir kamyonet dolusu star eskisinin sağa sola kurşun saçarken birbirleriyle t.ş.k geçmelerini izlemek keyifli oluyur. Seyredilecekse sırf bunun için izlenir, yoksa senaryo, sinema falan görmeyi beklemeyiniz.
Repliklerden aklımda kalanlar :
Silvester "- Bu uçak müzelik."
Brus Vilis "- Biz de öyle"

Ateşli çatışmanın ortasında yanına Brus Vilis ve Çak Noris gelince Şvartzeneger "-Bir Rambo eksik !"

Ha bir de Arni'nin Smart'ın kapısını açışına bayıldım.
Yav bir de Çak Noris konuşunca bütün karizma eriyip gidiyur. O nasıl ses tonu öyle, dondurmacı gibi !..(tevekkeli, adam filmlerinde hiç konuşmuyor)

6 Ekim 2012 Cumartesi

"August Eight" Savaş Kötüdür...


   Bu İMDB'nin puanlaması hakikaten telmaşa (5,5), bana kalsa bir yedi sekiz puanı hakeder. 
   Bakmayın afişin canlandırma, fantazya kokmasına, son yıllarda izlediğim iyi savaş filmlerinden biriydi.
   Konu klişe : birbirlerinden ayrılan çiftlerden kadın; çocuğunu, görmesi için babasının yanına gönderir. Orada aniden patlak veren savaş, anne ile oğulu ayırır, anne çocuğunu bulabilmek için zorlu bir anabasise çıkar. Konu budur. Tabi film ruslar tarafından çekildiğinden Gürcüler ve Osetlerin ne fena insanlar olduğunu görüyoruz (son sahnelerde çekilen bir jest hariç), çok fenalar çok, keskin nişancıları durmadan sivilleri öldürüyor, rusya başkanı da ne yapsın "işgal edelim bari Gürcistan'ı" diyor mecburen. İşin politik yanını bir kenara koyarsanız karşımızda hiç de fena olmayan bir film duruyor.
   Araya küçüğün gözünden yansıtılan fantazya figürleri, aslında savaşın hiç normal bir durum olmadığını anlatır gibidir ki, görülmeye değerdir. Normal hayatın bir anda nasıl tepetaklak olduğunu idrak etmemiz açısından da görülmeye değerdir. Çatışmanın ortasında cep telefonuyla annesine hesap veren acımasız asker ironisi ilginçtir. Otobüste harika gürcü türküleri meşkeden yolcuların (ki son zamanlarda gördüğüm en başarılı korolardan biridir) aniden maruz kaldıkları şiddet iç burucudur. Çatışma sahnelerinin sertliği ve gerçekçiliği dikkat çekicidir. Özel efektler holivuttan çok daha başarılıdır. Oyunculuklar fena değildir. Hülasa boş akşamlardar gideri vardır. 
   Da niye özellikle önermekteyimdir : savaş rüzgarlarının hafiften de hissedildiği bugünlerde savaşın nasıl bir şey olduğunu daha iyi idrak edebilelim diye.... Neymiş : savaşta hiç bir taraf kazanamazmış lakin barış için de "galiptir bu yolda mağlup olan" diyebilirmişiz gönül rahatlığıyla... Ömür boyu hiç bir savaş görmemenizi (çocuklarınızın da, torunlarınızın da) dilerim.