29 Şubat 2012 Çarşamba

"Incarceron"

Biz mi Yaşlandık, Fantazya mı Yavanlaştı ?
    Yabancı dilimi geliştirmemdeki en büyük motivasyon, Hobbitler ve Tolkin Amcabeydir.  Yükzük tayflarının hayatıma girişiyle; henüz çevrilmeyen "Kralın Dönüşü"nü alıp kırık dökük İngilizcemle devirmeye çalışmış, arada kadim elf lisanını da yara döke sökmüştüm. "Fantazya böyle bir şey demek ki" dediydim. Çok da hoşuma gitmişti. Tema pek klasikti : iyi ile kötünün savaşı. Ancak Tolkin bunu öyle bir sanatla yapıyordu ki, hayran olmamak olanaksızdı. Hayali klanlar için şecereler döktürüyor, alfabe kurguluyor, lisan icad ediyordu. Karakterler çok iyi işleniyor, alt kimlikler için bile uzun uzun kurgulamalar yapılıyor, zihinlerimiz şallak mallak oluyordu. Durduk yerde bir mitoloji, bir felsefe, bir din kurguluyor üstelik bunu yaşadığı çağın civcivli siyasal hayatına bağlantılı bir şekilde beceriyordu. (Sauron'un kuşatma cihazları=Almanya'nın panzerleri)
   Sonraki fantazya Heri Potır idi. Evet biraz ticaret (özellikle serinin sonlarında) kokusu geliyordu hafiften, ama yine de fena değildi. Küçük ayrıntılar iyi işlenmişti ve zannediyorum ki günlük hayatımızda farkedemediğimiz bir dünyanın bizlerden azade ve renkli bir şekilde varolduğunu bilmek hoşumuza gidiyordu. Neyse o furya da bitti. 
   En nihayet zuzumun gazıyla "Ucubeler Sirki" ve "Açlık Oyunları"nı hatmettik. İkisi de hiç fantazya tadı vermedi bana. Fazlasıyla para kokuyor, romandan ziyade senaryo gibi algılanıyordu. Mesela Tolkin Beyamcanın mastırpiisi için senaryolaştırma gayreti gerekiyorken son fantazyalar için fazla bir çaba gerekmiyordu. Direkman kafada (arakolpa kafası !) film olarak beliriveriyorlardı . Nitekim her ikisinin de önce biri (Ucubeler Sirki) filme çekildi; diğerinin de gazı geliyor, yakında izleriz. (yavan olacaklarından şüphem yok Bkz.Golden Compass, Narnia Günlükleri vs.vs.)
   Geçen gün farklı bir beklentiyle "Incarceron"a da başladım. Onbir saatlik okuma ile bitti.
   Beklentilerim mütevazi olsa; güzeldi. Her bölüm bir merak ve aksiyon piki ile bitiyor, daha sonraki bölüme merakla başlanıyordu.  Fantazya ögeleri sağlamdı. Proto ve antogonistler usülünce yerleştirilmişti. Ama maalesef karşılaştırıldığı kriter çok iyiydi. (Bkz.Tolkin Amca !..)
   Peki neden bu "Incarceron"u bitirince aklıma TOKİ konutları geliyordu ? Sonra yazılış süresine baktım. Bir yılda yazılmış, ardından hemen serinin ikinci kitabı "Safik" gelmiş. Bir nevi seri üretim !. JKRovling JRRTolkin'in izinden gitmiş fantazya yoluna girmiş ama bu kadar da seri üretim yapmamıştı. Ben bu kadar seri üretimi sevmiyorum. Kitapta butik iyidir. 


Ketrin Hanım benden sadece sekiz yaş büyük sadece ama zaman ona oldukça cömert davranmış. Halefi Rovling hanım gibi bir öğretmen.  Umarım bu yazdıklarını bir iş olarak görmüyordur. Nasıl : "müzik endüstrisi" terimi benim için oksimoronsa, "edebiyat işi" de aynıdır.  Durduk yere kadıncağızın günahını almak istemem. Denemek için bundan sonraki yazdıklarına bir göz atacağız elbette. Ama serinin devamını okumaya katlanamayacağım. 


   Yine de türün meraklısıysanız okunabilir. Açlık Oyunları'nı ve benzerlerini sevdiyseniz bunu da seveceksiniz...

"The Grey" Koşarak Uzaklaşınız.

   Afiş pek afilli, Laym Niisın ise sevdiğim aktörlerdendir. Şöyle bir konusuna baktık : konu da idare eder. Hayatta kalma mücadelesi, insanla doğanın karşılaşması, insan-kurt düellosu. Dün gece tüm ekipmanları hazır edip oturduk filmin başına...

   Ya ben son zamanlarda iyi filmler seyretmeye alışmışım ya da bu film çok kötü. Bilmiyorum, ilk yirmi dakikadan sonra zaten koptum. Seyretmedim, adeta arada göz attım. Bir senaryoda bu kadar mı boşluk olur.  Mantık hataları bu kadar mı barizdir. Bir lider bu denli ebleh olabilir mi ? (dikkat buyurunuz olay Türkiye'de de geçmemektedir oysa !..) Kurtlar insanlara saldırırken ayı boyutlarındayken öldüklerinde kedi boyutlarına nasıl inebiliyorlar. Şişme kurt mu bunlar ? Bilgisayar efekti oldukları bu kadar mı belli olur ? İnsan terkettiği uçak enkazına hiç mi mesaj bırakmaz. Vallahi şaka gibi. Ya film benim idrakimin üzerinde bir sembolizm kullanmış, ya da gerçekten kötü. Bildiğim şudur : Laym Niisın'a yazık olmuş !..

   Seyretmezseniz birşey kaybetmezsiniz, uçak yolculuğu yapacaksanız hiç seyretmeyin  Bu arada İMDB puanlamasının da ciddi kolpa olduğu konusunda komplo teorileri geliştiriyorum...

28 Şubat 2012 Salı

"The Yellow Sea" ve "Perfect Sense" İki film birden..

BİR KORELİ ŞOFÖR TANIDIM ASLINDA MALKOÇOĞLUYDU !
   Önceden söyleyeyim bu "Sarı Deniz" ikibuçuk saatten yedi dakika uzun. Yönetmenin daha önceki sağlam filmi "Chaser" ile benzerlikler var (favori oyuncum yine endam ediyor : Yun Seok Kim). Böyle 1 2 3 4 diye giden filmleri oldum olası severim de, bu film beni pek açmadı arkadaş. Bir kere konuyu idrak etmekte, bağıntıları kurmakta güçlük çektim (ben ki Tinkertailorsoldierspy'ı şıpınişi çözmüş insankişisiyim).  İyi yönleri yok muydu ? Elbette ki vardı.

   Honcinna (vallahi ben böyle telaffuz edebiliyorum yönetmen beyin adını), özellikle üçüncü bölümde aksiyonun dibine vuruyor. İlk kez Kore usulü böyle bir aksiyon gördüm. Üçüncü kattan atlayıp, ardından elli polis ve yüz mafya tetikçisinden kaçan ve kurtulan bir kahraman, devrilen tırlar, cazcı biraderlere rahmet okutan araba ziyanlığı, Ama bu aksiyonlar accaip (vilko van herpen'e selam olsun) gerçekçi, öyle holivut filmlerindeki cilalı aksiyon değil, yontma taş aksiyonu, Bir şekilde inandırıcı... Oyunculuklar iyi, değindiği sosyal meşazlar da öyle, süresi gözünüzü korkutmazsa izleyebilirsiniz. Bu korelilerin filmlerini izleye izleye, koreceyi sökeyazdım arkadaş.

NOT : Kore'de tabancan varsa mafyanın en paşa babası olabiliyormuşsun.


HAZLARIN İKAMESİ
    İşte yine rahatsız edici bir film. Üstelik Hose Saramago ustanın romanının ("Körlük"  Bu arada romanı da filmini de öneririm) sonunda olduğu gibi herşey tozpembe olmuyor. Öyle kötü kalakalıyorsunuz ki ..(yatmadan hemen evvel seyretmeyin, izledikten sonra kitap okuyup beyni yağlandırmak gerekir (tercihen en az %25 vol. ile) , yoksa yatakta benim gibi çikın transleyt olursunuz). 

   İvın Mekgregir ve Eva Griin'in kimyaları pek tutmamış olsa da, büyük resme bakınca oyuncuların teferruat olduğunu görüyorsunuz. İnsanlığın halini anlatırken yaylılar ve fotoğrafların kullanımı pek içime dokundu. İnceden spoylır vereyim, film bağlanmıyor bitince far görmüş tavşan gibi oluyorsunuz. 

   İnsanoğlunun duyularını (hazlarını) yitirdikçe bulduğu ikame çözümleri, izleyiciyi gülümsetebiliyor.  (örneğin : tad almanın yerini renk ve sesin alması) Her haz yitiminde karşılaşılan tepki/şiddet çok sarsıcıydı. En ikame edilemez hazzın yitiminde ise kahramanlarımızın başka bir duyguyu (aşkı) bulmaları ise (bence) senaryonun başarısıydı. Yine de insan düşünmeden edemiyor : aşk herşeyi affeder mi ?

27 Şubat 2012 Pazartesi

"Macbeth" Benden geçmiş arkadaş.

ÖNEMLİ ÖNERME : Bu sayıklamayı aşağıdaki türküyü dinleyerek okursanız şükela olur..

    Yirmibeş yıl falan oluyor operaya gitmeyeli. Bir ara bayağı meraklıydım da ne oldu bilmem dünya gailesi falan girdi araya herhalde boşladık.. Opera merakımda; AKM'nin döner sahnesi ile İstanbul Festivali klasiği "Saraydan Kız Kaçırma"nın müthiş dekoru : Topkapı Sarayı'nın büyük etkisi vardır. Allahtan AKM yine hayata döndürülecek. Umarım o döner sahneyi yine görebilirim. Yirmibeş yıl önce gördüğüm son temsil  Karmen'di ve Eskamillo kemiksiz 90 okka, Karmen'cik ise temiz 80 okka vardı. Karmen'in masanın üzerine çıkması için arkadan iki kişinin desteklemesi gerekiyordu ve masanın ayakları pek kalındı. Eskamillo'da boğaların ıskalaması imkansız bir göbek vardı. Çok rafine bir müzik kültürüm olmadığından bu sahnelerde kendini tutamayıp güldüğüm için çevreden tepkilerle karşılaşmış ve içerlemiştim doğrusu. Neticede Napoliten değil Arnavut Çerkez karışımıyım ben kardişim. Operada görselliğe müzikten çok önem vermem doğaldır diil mi ? Neyse sadede gelelim. 
Arnavut
Çerkez

   Aradan geçmiş yirmibeş yıl. Bu arada arakolpa değişmiş elbette. İlk yurtdışı seyahatimde, buralarda bulamadığım Jethro Tull, Bruce Springsteen (patronu da severiz haa) kasetlerine, Bonnie Tyler plaklarına yatırdığım paralara (o dönemler bu materyaller Batıda buradakinden çok pahalı, adamlarda telif müessesesi çalışıyor tabiyki) millet hayret ederdi. Ben de onlarla hava atardım (havanı yesinler !..).  TRT 3'te "Gecenin Sesi" 12'den sonra hep açık, onunla uyurdum. Türkü duyunca tüylerim diken diken olur, Yurttan Sesler korosunu işitince içimde koşarak uzaklaşma arzusu belirirdi. 

   Zamanla insanın beğenileri değişiyor. Bir nevi köklere dönme temayülü herhal. Önce, bebelikten kulağımıza yer eden ninniler, ezan sesleri, çocukluk tekerlemeleriyle beynimizde şekillenen klasik Türk müziğine sonra güvercinim sayesinde türkülere meyyal olduk. Bu meyyaliyet zamanla iptilaya dönüştü. Derken çeşitli TSM, THM topluluklarında meşkler. Cin tonikten rakıya da geçmiştik zaten. Oldum; 30 sene önce burun kıvırdığım müzik dinleyen tekaüt prototipi... 

   Çok sevdiğim bir ablamdan intihal ettiğim düstur geliyor aklıma "İnsan yerdiğini yaşamadan ölmezmiş !".  

   Yine konudan uzaklaştık bak. Ankara'da yaşamaya başlamış olmamızdan ötürü (hüseyin bademe selamlar !), operayla müsemma bir sahne olduğunu bildiğimden, uzunca bir aradan sonra bir temsil görelim dedik.  Aradım taradım zuzumun da beğeneceği bir şey olsun, ben de görmemiş olayım, güvercinim de sıkılmasın diye Macbeth'de karar kıldım. Konu firfirikli, kan, ihtiras, cinayet, intikam, nedamet, adalet her şey var. Fotografilere baktım, kostümler gotik/ kütük, koreografi süpersonik, elektronik libretto da mevcut. "Oh tamamdır inşallah, Rabbim Macbeth dedi" oldum.


   Kalktım gittim opera sahnesine. İlk perdeden önce nefeslilerin akort seslerinde pek duygulandım doğrusu, "peh peh 25 yıl önce neydik yahu" falan dedim. Sonra oyuncular eski konveks hallerinden kurtulmuşlar, oldukça slimfitler. Kavdor/Glamis Baronu olsun, Makbet hanım olsun gayette formdalar, hançereleri de kuvvetli. Dekorlar minimal, kostümler, koreografi tatminkar. Elektronik libretto (firfirikli ismine bakmayın küçük bir perdeyle bir yansıtma gerecinden mürekkep, lakin pek kullanışlı bir icat. Sayesinde İtalyanca öğrenmekten kurtuluyosunuz) Orkestra falsosuzdu. Önceden pek çalışmadığım halde yanlış yakalayamadım.  Tek rasyonel kritiğim sahnenin alıştığımdan oldukça küçük olmasıydı.



   Ama birinci perdenin sonunu zor getirdim.


Opera mı kötülemişti. Bilakis.
Ben mi kötülemiştim. Zannetmem !..


   Herhalde değişmiştim... Anlamadığım şeyleri anlamaya çalışmaktan vazgeçmiştim. Tüm opera literatürünü hakketsem; bir "kırmızı buğday ayrılmıyor sezinden" tadı alamayacağımı, bir "bir kerre bakanlar unutur derdi günahı" hazzı yakalayamayacağımı idrak etmiştim. Operayı anlayanlara, öğrenenlere, sevenlere saygım sonsuz. Muhakkak ki çok seçkin bir sanattır ama önce benim olanı öğreneyim sonra sıra onlara gelir diyorum. Bir de benim sevdiklerimin öyle dekora, sahneye, koreografiye, orkestraya falan ihtiyaç duymamaları hoşuma gidiyor. Bir bağlama ya da ud yeterli. Sonrasında uçuruyor. Arada lubrikant olursa beyaz bardakta terleyen, turboya bile geçiyorsun. 


   Mevzu feci dağıldı. Bunu Şaşmaz Sanayide bile toplayamazlar. Makbetten nerelere !... 
   Neyse Ankaralı operaseverler, Makbet'i temaşa ederlerse pişman olmazlar deyip bağlayalım.
   Demirbank hayırlı işler diler. Demirbank, güveninizin eseri... (bir de o vardı dimi ?)





   

"Amerikan Köpekleri" Bu ne şiddet, bu celal !...

   Nihat Genç'in üslubunu bilenlerdenseniz fazla tarife gerek yok. Genç, bu denemelerde ağırlıklı olarak Ortadoğu yazıyor. Suriye, İran, Mısır, Lübnan, Suriye gezilerinde yaşadıklarını o ilginç, heyecanlı, duygusal, meraklı, hiddetli, dingildek üslubuyla anlatıyor. Arada nalına da çakıyor, mıhına da...

   İlk okumamı "Arap Baharı"ndan çok önce, 2007'de yapmışım. Kitap 2004 basımlı. Aslında aradan fazla zaman geçmedi ancak; o coğrafyada gelişmeler spidi gonzales hızında olduğundan yazılanları okumak insanda değişik yorumlamalara neden oluyor. Yazarın özellikle Mısır konusunda yazdıklarını tekrar incelemekte yarar var.  


   Gezi denemeleri olarak da okunabilir, tamamen subjektif, duygusal değerlendirmeler var. Okurken kah kahkahalar atıyor, kah gözleriniz buğulanıyor. Ama salt gezi rehberi olarak değerlendirmek, vali kebabında salt tavuğu yemek gibi olur.  Merak edene kısacık notlar :


  • sırf o hoyrat, dağınık, duygusal üslup için bile okunabilir,
  • bölgedeki gelişmelerin kronolojik tahlili için faydalıdır,
  • balık hafızalara omega üç etkisi yapar,
  • taşlamanın nasıl sektirildiğini merak edenlere iyi gelir,
  • beddua etmenin doktorasını yapmak isteyenlere de önerilir, (fakir bedduaların bazılarını okudukça yarıldıkça yarılmıştır. Lakin söylemek gerekir ki tüm beddualar doğru adresleredir.)
  • Hrant Dink ile nasıl yarenlik edildiğine dair ipuçlarını ve Hrant'ı anmak isteyenlere tavsiye edilir,
   Bir de ben merak ediyorum. Özel yetkili savcılarımız bu şahsiyeti nasıl es geçebiliyorlar ? Cemaat hakkındaki değerlendirmeleri beni benden aldı. O nasıl ilenmedir yareppim. İçimin yağları eridi, eriyor. Okuyunuz, okutturunuz...


26 Şubat 2012 Pazar

"Take Shelter" , Rüyalarınızı Ciddiye Alınız...


   Vasat, Amerikan stayla bir yaşantınız  (banliyöde bir ev, iki otomobil, bitmek üzere olan morgıç, sağlam bir sağlık sigortası, mavi yakalı bir iş vs.vs.) var . Eşinizi çok seviyor, çocuğunuza tapıyorsunuz. Eşiniz adeta bir elf, kızınız duyma özürlü bu arada..

   Çevredekilerin deyimiyle "bir erkeğe yapılabilecek en iyi iltifata" "-çok iyi hayatın var" nitelendirmesine mazharsınız. Yaşantınız bir bebeğin pudralı poposu kadar düzgün.

   Buna mukabil..

   Örselenmiş bir çocukluk (Murathan Mungan ve Yeni Türkü'ye selam olsun !..) yaşamışsınız. Babanız büyütmüş, abiniz hayli hırpalamış, annenizse siz daha on, o otuzbeş yaşındayken sizi otomobilde bırakıp paranoid şizofreninin karanlık sularına yelken açmış, bir daha annenizi görememişsiniz. Babanız geçen yıl ölmüş. Otuzdört yaşınızdasınız. Bir takım kötü kabuslar hayatınızı zehir etmeye başlamış. Bunlar kabustan ziyade öngörü gibi geliyor size. O kadar gerçekçiler ki.. Lakin kötü zihinsel genetiğinizin idrakindesiniz.


Ne büyük dilemma yareppim !..


   Malumunuz; Amerikalı devlet tarafından sistematik korkutulur. Özne değişir (fırtınalar, arap teröristler, katil arılar, zombiler, her sene değişen grip virüsü, kuş gribi, kuşlar, ceylanlar (buna oha diyen olursa bi zahmet neyşınıl ceyografideki intrudırs belgeselini izleyiversin), kolesterol, ve daha niceleri), nesne aynı kalır (Amerikalı !.. (Şerif Gören'e de selam olsun)). (kimbilir belki bu yüzden bu kadar çok silahları var (bireylerin de, devletin de)) 


   İçinizden Körtis'de bu korkuların nesnesi mi diye geçiyor. Hele layıns klüp (ama ne layıns kulüp, bizdekiler görseler direkt lağvederler) yemeğindeki performansından sonra "tamam Körtis oldu" deyip, yanan balata kokusunu derin derin içinize çekiyor, teşhisi yapıştırıyorsunuz : Paranoid şizofreni. Ama her şey bu kadar basit mi ?   (Sevgili okur bu arada harf sayısına yaklaşan parantezler için özür. Ama benim de tarzım bu...)


   İlk defa bir amerikan filminde; eşlerden biri tökezlediğinde diğerinin desteklediği bir evlilik gördüm. Genelde holivut filmlerinde eş, değil paranoya sergilediğinde işten çıkarıldığında bile kadın adamı sepetler (hep garipsemişimdir, evlilik kurumunun ticari ortaklık olarak algılanmasını). Burada ise hem mali hem psikolojik çözümler üreten, üstelik elf prensesi cemaline sahip ideal bir zevce güzellemesi görüyoruz. Vel minel garaip...


   Oskar değerlendirmesinin ne kadar telmaşa olduğunu da bir kez daha anladım. Maykıl Şenın'ın oyunculuğu en azından adaylığı hakediyor zira. (o ne deli bakışlar, o ne sabitlenemeyen pupiller, o ne still aktingdir öyle)


   Muhtemel sinema salonlarını pas geçecek bu filmi (sadece festivallerde gösterildi) tesadüfen izledim. Cef Nikıls'ı pruvaya aldık, diğer filmlerini de temaşa edeceğiz (hepi topu bir tane zaten).  Film bitince jeneriği okur gibi yapıp aslında düşüncelere dalıyorsunuz. 



   Yönetmen Cef Bey öyle bir ters köşeye yatırıyor ki sizi... "Hay ben bu toplumun kalıplarının taa  G.T.K..... " diyorsunuz.



   Psikoloji, sanrılar, evlilik, toplumsal değer yargıları, amerikan yaşam tarzı konularına ilgiliyseniz öneririm. Eğer ilgisizseniz yine öneririm.  Sinema seven, bunu da sever. Sağlam film.


Bilmeyenler İçin Not : GTK = asil bir sivil toplum kuruluşu..


23 Şubat 2012 Perşembe

Run Fatboy Run ya da Koş Şişko Koş !...


  Saymın Peg severiniz var mıdır ? Ben pek severim. Kanka tanımının İngiltere'de vücut bulmuş halidir adeta. 

   Biliyorum tanıtacağım film birazcık yeni değil. Tamam tamam eski diyelim (2007). 

   Ama;

   
  •    Saymınseverseniz,
  •    İngiliz aksanı ve Londra hoşunuza gidiyorsa,
  •    Akşam akşam kafa dağıtıp birazcık gülmek istiyorsanız (ben bir iki sahnede sesli gülmeye yaklaştım)(saymın'ın maraton sponsoru ve henkle beraber soyunma odasında olanlarda)
  •    Çoluk çocuk beraber seyredecek birşeyler peşindeyseniz,
  •    Azıcık koşmakla iştigal ettiyseniz,
  •    İngiliz sinemasının Amerikan sinemasından etkilenmesi sizi bozmazsa,
  •    Tendi Nivtın ve Henk Azarya da eh işte idare ederler derseniz,
  •    İngiliz mizahına (monti piton sirki cinsine) ve erkek kıçına bir itirazınız yoksa,
İzleyebilirsiniz, "aaa negzel vakit geçirdik" dersiniz.

Yaraya Tuz Basmak

   Aynanın İçindekiler serisinin üçüncü kitabı ile karşınızdayız sevgili bibliyofiller. İkinci kitap "Sırtlan Payı" nerede diye sormayın, bulunca onu da hatmeceğiz Allah'ın izniyle (bu arada, bu soruyu soran aklı evvel zihniyyetli bir takım çeteci darbeseverleri, ileri demograasiye ve süpersonik  yetkili/"hizmet" sever/kolormatik gözlüklü/kuzu bakışlı savcılar silsilesine havale ediyorum).

   Bu seride benim zoruma giden şey : romanın pat diye başlayıp, aynı şekilde sona ermesi. Tamam dönem romanıdır. Ama roman deyince benim aklıma başı ve sonu olan bir olay örgüsü geliyor. Neyse, üzerinde konuştuğumuz eser Attila İlhan'ındır. Fazla ahkam, adamı gerer. Edebi bilirkişilerin içinde, kafama terlik fırlatma arzusu belirmeden bunu keselim.

   Usta; bu kez nedense pek önemsenmeyen hatta kasıtlı tozlandırılan Kore Savaşının ortasında açıyor mevzuu. Daha sonra 60 ihtilalini izliyoruz taa göbekten. Yüzbaşı Demir, Ü., Suat, Saffet Amca, Zizi Yüzbaşı ve niceleri hep gelişmelerin ortasında, kenarında gelip gidiyorlar. Protogonistimiz Yüzbaşı Demir'in ihtilal arzulayan benliği, ihtilalin gerçekleşmesiyle yavaştan hayalkırıklığına uğrar ve mutad üzre "ihtilal çocuklarını yemeye başlar". Neyse, konuyla ilgili bu kadar spoylır yeter.  Karşımızda hem iç tahlilleri, hem dönemin siyasi politik analizini, hem ilginç cinsel çağrışımları veren özenli bir çalışma var. İş Bankası Yayınlarından yayınlanan kitabın kapağı yine olmamış gibime geldi (bkz.aşağı). Bilgi Yayınlarını bu kez de tek geçiyorum (bkz.yukarı).

   Tanıtımım bu kadar. 

   Da içime dokunan birşeyler var. Yazmasam şişerim. Romanda çok aktif, siyasi/düşünsel yaşamı çok yakından izleyen, tepkisini organize bir şekilde gösteren, gerektiğinde anında "eylem koyan" cin gibi bir gençlik var. "Ordu Göreve" mitinglerinin ardından ihtilal vukuundan hemen sonra "Süngü Üstünde Oturulmaz" mitingleri yapacak kadar gücetapmaz/güçtenkorkmaz bir gençlik... İktidar da, muhalefet de ürküyor onlardan, gündemi belirleyebiliyorlar.  Nerede o gençlik ? Ya da şimdiki gençler nerede ?  


22 Şubat 2012 Çarşamba

Homeostasis ve Deve Güreşi Bağıntısı



   Malumatfuruşluğum tuttu, yine biraz tespit yapasım var..

   Homeostasis ne demektir ? Deve güreşi ile ne gibi bağıntısı olabilir ? Sabrediniz her şey sırayla açıklanacaktır. 


   Öncelikle bu kavramın tıbbi terminolojideki kullanımı ile günlük kullanımındaki farklılığa dikkat çekmek isterim. Tıp bilimindeki anlamı kısaca :vücutta gerçekleşen değişikliklere karşı var olan dengenin korunmaya çalışılması demek oluyor. Ama günlük kullanımda anlamı biraz daha genişleyip, terminolojisine yakın bir anlama kavuşuyor. "Home", ev yuva, "stasis" de durum demek olduğuna göre; kelimenin kökeni "yuvadurumu" gibi birşeydir. Buradaki yuvayı taa ilk yuvamıza götürmek gerekir. 


   Biraz geniş düşünelim. Neresidir bizim ilk yuvamız ? İlk evimiz mi ? Hayır ! Bebeklik kundağımız mı ? Hayır !. Daha geriye gidelim bakalım. Karanlık, sessiz, dış uyarının minimum olduğu bir yer. Evet evet yanılmadınız... İlk yuvamız anamızın rahmidir. Evet,  hatırlayamayız, lakin belki bilinçaltımızda; bizi hiç bir sesin, ışığın, fiziksel uyarının rahatsız etmediği, beslenme ve dışkılama gibi eylemlerin olmadığı süpersonik bir süreç vardır. Ve ne zaman bu hayatın acımasız yönleri kendini gösterirse, insanın bedeni hep o ilk yuvaya dönüş yapacak bir şeyler yapar. 


   Misal : ne zaman hastalarak yüksek ateşle yattığımızda içgüdüsel olarak embriyo pozisyonuna geçeriz. Bu taa ilk yuvaya dönüş isteğidir. Ne zaman ağlayacak olsak, yaslanacak bir omuz ararız. Buradaki dış rahatsızlık fazla hayati olmadığından ilk yuvadan ziyade bebelik dönemlerimize dönme isteği vardır (ağlayan bebek kucağa alınıp avutulur). Ilık, loş, sessiz ortamlara meyyalimiz de hep o ilkyuva özleminden kaynaklanmaktadır. 


    Şu naçiz organizmamızının bir aksilik olmazsa her gün yaşadığı pik homeostasis durumu : uykudur. Uyuyunca dış etkilerden soyutlanır (dikkat buyurunuz ! uykuya dalınacak yerler hep ilkyuva özelliklerini barındırır : karanlık, sessiz, ılık) bilinçaltımızın düdüklü tenceresinin düdüğünün azade ettiği meşazları (rüyalar) temaşa eder, arada cenin pozisyonuna geçerek, bebeköncesi durumumuza döneriz. Sağlıklı uyku kadar insanı dirilten bir şey yoktur. 


   Nedir : demek ki homeostasis kötü bir şey değil dinlendirici, diriltici bir durumdur. Nitekim uyku sorunu olan insankişilerin melanetleri bilinmeyen bir şey değildir. Fakir, ne zaman pek üzülse, zor kararlar alması gerekse hep uykunun yumuşak kanatlarına bırakır kendini, çok da faydasını görmüştür. 


   Şimdi bir ara verip durup düşünelim. İlk yuvada; yukarıda saydıklarımın haricinde ne gibi önemli bir özellik vardı ? Çok aşikar. Anamızın rahminde hep serbest dalış pozisyonundaydık. Üstelik nefes alma sorunsalı olmadan.. Çevremizi saran ılık sıvı bizi tüm dış etkenlerden korurken, gelişmemizi de sağlar (dı).  Bu yüzden; küvette ılık banyo homeostasisdir, rahatlatır, diriltir. Günümüzde uzun sürdüğü ve ekonomik olmadığından pek tercih edilmiyor, evet tahtını 90x90 lık duş teknelerine kaptırdı ama gerçek ehlikeyflerin gönlündeki makamı bakidir.


   İnsan suyla temas ettiği zaman çocukluğuna yaklaşır. Süperegomuz bu kadar gelişmeden önce daha pek küçükken suyla oynadığınız oyunları, suyla oynamayı nasıl sevdiğinizi anımsayın. Birçoğumuz için nedir tatil ? Deniz kıyısında vakit geçirmek.  Denize duyulan özlem bebeköncesi durumumuza duyulan özlemdir. Denize girdiğimizde çocuklaşmamız bu yüzdendir. Bu yüzdendir; karasal ortamlarda pek ciddi olan kişilerin denize girince anlamsızca birbirlerine su sıçratarak çocukça şakalaşmaları, bu yüzdendir hiç yakıştıramadığınız insanların bebeler gibi devegüreşi yapmaları.  Kurdunuz homeostasis devegüreşi bağlantısını !....


   Tespiti abartırsak deniz kıyısında yaşayan insanların homeostasisi daha rahat yaşadıklarından daha mutlu, bu durumu yaşayamayanların ise daha katı, daha kuralcı, daha süperegocu oldukları çıkarımını da yapabiliriz. Bu kişilerin hele de uyku sorunları varsa koşarak uzaklaşmak  pek yerinde olur. 


   İşte sevgili okur, dün yüzerken fikrime düşen hikmetleri kısaca özetledim.  Kesinlikle hiç bir bilimsel gerçeğe, istatistiğe, deneye dayanmayan bu tespit buketini isteyen yer, istemeyen paket yaptırıp kedilere verir.  Paşa gönlünüz bilir. 


   Yine de homeostasise yakın durun derim ben !...

20 Şubat 2012 Pazartesi

"Hugo" yalnız Tolga Abi yok !..

   Sağlam yönetmen, çok iyi kast (Ben Kingzliy, Saka Baron Koen, Cud Lov, Emili Mortimır, Kristofır Lii), mükemmele yakın görüntü yönetimi, pek başarılı kadro, müzikler pek özenli, Jorj Meliye'ye de selam çakıyor (ki sinemada kuntastizmin atababasıdır), riske girilmemek adına tüm film stüdyoda çekilmiş, oskara tam onbir dalda aday gösterilmiş (ki bazılarını alır), ilk bir dakikanın güzel ve yalnız ülkemizde çekilebilmesi için (en azından teknik olarak) kemiksiz bir on yıl daha var, ama niye benim içime sinmedi ? Bilmiyorum...
      Du bakalım :


   senaryoda tutarsızlıklar mı vardı ? Evet !.. (Meliye'nin dramı (iflas) Hügo'nun dramından (hem öksüz hem yetimlik durumu) çok daha öne çıkarılmamış mıydı ?)(bunun gibi daha çok var)

   çok sağlam oyunculara figüran muamelesi mi yapılmıştı ? Evet ! (Bkz.Emili Mortimır)

   gereksiz alt metinler var mıydı ? Evet (senaryodan gazete satıcısı ile kafe sahibinin flörtünü çıkarın bakalım ne değişiklik olacak ? Hiç..)

   Hügo biraz sinsi bakışlı mıydı ne ? Evet.... (bu tamamen sübjektif bir yorumdur, herhangi mantıksal bir açıklaması katiyen yoktur)

   Oskarlara çalışılmış bir film miydi ? Bence evet. (zamanında Rabırt De Niro'yu taksi şoföründe oynatan yönetmenin yapacağı iş midir bu Martin Amca ?)

    inandırıcılıktan uzak mıydı ? Çok sahnede evet !... (şimdi diyeceksiniz ki sinema zaten kandırma sanatı, niye inanayım ki ? Ben de diyeceğim ki : Jöne Kardeşler gibi kandırsın, ciğerimi yesin ama Şatır Aylınd'daki kandırmacayı çeken adam, kutu yere düşünce içinden çıkan kağıtları vantilatörle dağıtırsa (bkz. film) beni üzer)

   alt meşazlarda sağlam kapitalizm var mıydı ? Evet. (insanı, toplumu, son tahlilde dünyayı bir makine olarak tanımlayarak hepsine bir fonksiyon yükleme meşazı Aristo'da tutar da, Buda'da tutmaz) (ne de olsa kapitalizmin pik noktası emperyalizmdir, o da bana terstir hacı !)

   Yav ben iki satırlık kritik yapacaktım. Yine almış yürümüş. Sevgili okur (eğer varsa tabi), seni daha fazla sıkmayayım da kapanışı yapayım.

   Sinema altyapınız sağlamsa, beklentilerinizi fazla yüksek tutmadan seyredebilirsiniz....

"Underworld Awakening"







Ya da hoplayan vampirler, zıplayan kurtadamlar..

   İşte yine bir yeraltı dünyası uyanış filmiyle karşı karşıyayız sevgili sinemaseverler.  Bir filmden beklediğiniz nelerdir ? Yine o kadim soruyla karşı karşıyayız. Bu beklentiler neredeyse sinemaseverlerin sayısı kadar, belki de daha fazladır. Nedir : beklentilerimiz her an değişebilir. 

İşte bu beklentileriniz :

  •    İki saatte kafayı dağıtayım,
  •    Gözlerime özel efekt banyosu yaptırayım,
  •    Bol bol aksiyon göreyim,
  •    İçimde gizlice büyüyen destrodoyu tatmin etmek için mebzul miktarda kan akışı olsun,
  •    Öyle fazlaca kafamı yormayan yüzeysel bir senaryo olsun,
  •    İçimde gizlice büyüyen libidoyu tatmin etmek için dar lateksler içinde temaşa eden cins-i latif seyreyleyeyim,
  •     İçimdeki gizli sado-mazo bilinçaltımı tatmin için durmadan hoplayan zıplayan, bir filmde Kara Murat Abimizden daha fazla figüran deviren Keyt Bekınseyl göreyim,
   ise bu filmi rahat rahat izleyebilirsiniz.

   Daha önceki filmlerde mağdur olan kurtadamlar bu filmde adeta bir nevi cemaat oluşturarak baskın güç olmuşlardır. Araya bir de japon korku filmlerinden fırlamış bir sabi de vardır ki tam olmuştur...


   Filmdeki bazı kareler aşağıda, aslında filmin tamamını özetliyor,  arayı da gereksiz diyaloglarla falan doldurmuşlar. Başrolümüz karelerden de anlaşılacağı üzere zamanını genellikle hoplayıp zıplayarak geçiriyor, sanırımsa havada yerden daha fazla zaman geçiriyor.


   Sadece türün meraklılarına önerilir...


19 Şubat 2012 Pazar

"J.Edgar", Güç Bozar !..

   "Power corrupts, absolute power absolutely corrupts" ya da "Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar" demiş birileri. Katılıyorum. Sahi bir de "Bilgi, güçtür" var. Korelasyonu siz yapın.

   Klint İistvud hep böyle yapıyor bir kötü, bir iyi. Geçen yıllardaki "Hereafter" (manallahım ne felaketti o !) garabetinden sonra böyle bir şey bekliyordum kendisinden. Beni yanıltmadı. 

   İki kanallı ilerleyen bir filmimiz var. Genellikle kapalı alanlarda geçiyor. Aksiyon, haber bülteni tadında ama flaşın haber bülteni değil tabi ki. Kast iyi. Müzik iyi. Dekor, kostüm iyi. Senaryo fena değil. Oyunculuklar iyi. Oyuncular iyi. Kendi adıma sıkılmadan, saate bakmadan iki buçuk saate yakın bir zaman (137 dk.)  ilgiyle izledim.
   Yakın Amerikan tarihiyle ilgilenenler, hayli uzun ve şıngır mıngır bir dönemin iki buçuk saate sığdırılmasının zor olacağını az çok tahmin ederler. Üstelik anlatılan kişi, gelişmelerin bir şekilde merkezinde bulunuyor, sorunlu bir kişiliği var, çok söylentiye adı karışmış (JFK, M.L.King suikastlerindeki rolü, Aynştayn'ı bile komünist olabilir diye dinlemeye alması/fişlemesi vs. vb.), ölene kadar yapıştığı koltuğu bırakmamış (partnerine de bıraktırmamış), bu arada sekiz başkan eskitmiş, efsane gizli fişleri var, efbiay'ı kurmuş, eşcinsel (bazı başkanlar kendisini "Gay Edgar Hoover" diye anarmış, malumunuz aslı "J.Edgar Hoover). 
   Film sadece bunları özetlemeye çalışsa bile iki buçuk saat yetmez. Yine de Klint Usta, kendi gözünden nasıl görüyorsa öyle aktarmış senaryoyu. Bence vurgulanmak istenen dönem yahut kişilerden  ziyade kavramlar.. İzlerken nedense hatırıma  "Changeling" geldi.
   Neler görüyoruz : 
   Devlet kavramını sorguluyoruz,
   Özel hayat kavramını sorguluyoruz,
   Yozlaşma nedir ? düşünüyoruz,
   Eşcinsellik doğuştan mıdır, sonra mı gelir ? düşünüyoruz,
   Sistem nedir ? İstikrar neye malolur ? Değer mi ? düşünüyoruz.
   Tembelliğimden daha fazlasını yazmadım, eminim okuyan sinemafiller devamını getirecektir.

   Eleştirdiğim noktalar yok mu ? Elbette ki var. Buyurunuz...

   Zaten androjen bir karakter olan Leonardo Dikapriyo gizli eşcinsel olan karakteri hayata geçirebilmek adına elinden geleni yapmış ama (ellerini bile es geçmemişler) yaşlandırma makyajı ne denli başarılı olsa da bir noktadan sonra kasıyor (çene çizgisi falan "makyajım ben lan" diye basbas bağırıyor). Filip Seymır Hofman olsa azıcık makyajla bile bu iş hallolurdu diye düşünüyorum.  

   Ertesi gün işe gidecekseniz, seyretmeyin. Cuma gecesi, herkes yattıktan sonra iyi gider..

son bir not : erkek çocuklarda baskın anne, kız çocuklarda baskın baba figürü iyi olmuyor...
son bir ikinci not : can çıkmayınca huy çıkmazmış (başrol öldüğünde, odadaki aynanın üzerinde bir kadın elbisesi görüyoruz)